Novartis Kurtköy Üretim Tesisi 20. Yılını Kutluyor

novartis kurtkoy uretim tesisi

2004 yılından bu yana faaliyet gösteren tesiste kanser, hipertansiyon, kolesterol, sıtma ve ağrı gibi hastalıkların tedavisinde kullanılan birçok Novartis ilacının katı oral formları üretiliyor

Üretim faaliyetlerine Ağustos 2004’te başlayan Novartis Kurtköy Üretim Tesisi kurulduğu günden bu yana büyüyerek Novartis küresel üretim ağının önemli bir parçası haline geldi. 150 kişi ile başlayan yolculuğuna bugün 410 çalışanıyla devam eden fabrika, Novartis bünyesinde hem yerel hem de ihracat pazarları için oral katı form (tablet, kapsül, film tablet, efervesan) üretiminde uzmanlaşmış önemli bir ilaç üretim tesisi olarak öne çıkıyor. 52.000 m²’si yerleşim alanı olmak üzere toplam 110.000 m²’lik bir alana yayılan tesis, Fabrika Direktörü Filiz Gündoğmuş yönetiminde yıllık 130 milyon kutu gibi etkileyici bir üretim kapasitesine sahipken, Türkiye için yaptığı üretimlerin yanı sıra dünyanın dört bir yanındaki 120 ülkeye de ihracat yapıyor. Bugüne kadar milyonlarca insana ulaşan ve halihazırda sadece Novartis Kurtköy Üretim Tesisi’nde üretilen sıtma ilacının 25. yıldönümü kapsamında Türkiye’de bulunan Novartis Global Sağlık ve Sürdürülebilirlik Başkanı Lutz Hegemann da etkinliğe katılarak, Novartis’in global sağlık ve sürdürülebilirlik politikalarıyla ilgili görüşlerini paylaştı.

Tesisin 20. yıl kutlaması çerçevesinde düzenlenen etkinliğe Novartis Türkiye Ülke Başkanı Natacha Theytaz ve Novartis Küresel Sağlık ve Sürdürülebilirlik Başkanı Lutz Hegemann katılarak, değerlendirmelerde bulundu. Etkinliğe İsviçre’nin İstanbul Başkonsolosluğu’ndan bir heyetin katılımı da gerçekleşti.

Novartis Kurtköy tesisinin 20. yıl dönümünün kutlama etkinliğinde konuşan Novartis Ülke Başkanı Natacha Theytaz: “Sadece 2023 yılında 80 farklı ürün üreterek 107 milyon ünite gibi etkileyici bir rakama ulaştık. Bunun yanı sıra  2023 yılında 53 farklı tedavimiz Türkiye’de 6,5 milyon hastaya ulaştı”

Şirketin Türkiye’deki köklü varlığını ve ülkeye olan bağlılığını vurgulayarak “Novartis, Türkiye’de 1955 yılından bu yana faaliyet gösteriyor. Üretimde, araştırma & geliştirme alanında, sahada ve genel merkezde 1.000’e yakın çalışma arkadaşımızdan oluşan özverili ekibimiz, sağlık hizmetlerine katkıda bulunmak için tutkuyla çalışıyor. Yirmi yıldır faaliyet gösteren ve halihazırda 30’dan fazla fabrikadan oluşan küresel ağımızın ayrılmaz bir parçası olan Kurtköy fabrikamızda, kronik hastalıklardaki önemli tedaviler de dahil olmak üzere hayat değiştiren ilaçlar üretiyoruz. Sadece 2023 yılında 80 farklı ürün üreterek 107 milyon ünite gibi etkileyici bir rakama ulaştık. Bunun yanı sıra  2023 yılında 53 farklı tedavimiz Türkiye’de 6,5 milyon hastaya ulaştı. Bu başarıları, Novartis olarak sağlık hizmetlerini geliştirmeye, hastaların yaşamlarını iyileştirmeye ve paydaşlarımızla ortaklıklar gerçekleştirerek Türkiye’nin büyümesini ve gelişmesini desteklemeye olan sarsılmaz bağlılığımızın bir göstergesi olarak görüyoruz” dedi.

Lutz Hegemann ise “Global Sağlık ve Sürdürülebilirlik birimi olarak amacımız, nerede yaşarsa yaşasın veya sosyo-ekonomik durumu ne olursa olsun herkesin yenilikçi tedavilerimizden faydalanabilmesini sağlamak ve sürdürülebilir bir işletme olarak sosyal etkimizi en üst düzeye çıkarmak. Bu tutkumuzu gerçekleştirmek için, sıtma gibi çözülmemiş küresel sağlık sorunlarının üstesinden gelmek amacıyla küresel sağlık ve iş yeteneklerini birleştiriyoruz” diye konuştu.

Hegemann, Kurtköy tesisinin Novartis Global Sağlık çalışmalarındaki önemini vurgulayarak şunları ekledi: “2015 yılından bu yana Kurtköy tesisimizde görev yapan arkadaşlarımız, her yıl dünya genelinde 600.000 kişinin hayatını kaybettiği sıtma hastalığına karşı milyonlarca doz tedavinin üretilmesini sağladılar. Buradaki meslektaşlarımızın özverisi ve sıkı çalışmaları, dünyanın acil sağlık sorunlarından birinin ele alınmasında hayati bir rol oynuyor. Novartis Kurtköy’ün sıtma ile mücadeleye yaptığı katkı paha biçilemez.”

Çevresel ayak izlerini azaltmanın Novartis’in stratejisinin önemli parçası olduğunun altını çizen Hegemann, 5 Haziran’ın Dünya Çevre Günü olduğunu da hatırlatarak şirketin çevresel sürdürülebilirlik konusundaki taahhütlerini de paylaşarak “İklim, atık ve su üzerindeki etkilerimizi en aza indirmek için iddialı hedefler belirledik. 2030 yılına kadar değer zincirimizde karbon nötrlüğe ulaşmayı ve 2040 yılına kadar net sıfır karbon emisyonu sağlamayı amaçlıyoruz. Ayrıca, 2030 yılına kadar operasyonlarımızda su ve plastik açısından nötr hale gelmeyi hedefliyoruz” dedi.

İklim ve insan sağlığının kesişimine dikkat çeken Hegemann, şunları ekledi: “Net sıfır olmaya ve karbon nötrlüğüne odaklanan azaltmaya yönelik çabalar önemli olsa da, iklim değişikliğinin küresel sağlık üzerindeki devam eden etkisini de uyarlamalı ve yönetmeliyiz. Sıtma gibi hastalıkların iklim değişikliğiyle şiddetlendiği bu iklim ve insan sağlığının kesiştiği noktada, doğrudan iklimle ilgili tehditleri hedefleyen Ar-Ge yatırımlarına devam etmeli ve sağlık alanında yenilikçi çalışmalardan oluşan faydalarının herkese ulaşmasını sağlamalıyız.”

Koç Üniversitesi Hastanesinde “Embolizasyon Çalıştayı” Gerçekleştirildi

1719481384 gorsel 1

Koç Üniversitesi Hastanesi, 25-26 Haziran 2024 tarihlerinde Endovasküler Uzmanlık Akademisi’nin “Embolizasyon” konulu çalıştayına ev sahipliği yaptı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen 25 doktor, embolizasyon tedavileri üzerine güncel bilimsel veri ve deneyimlerini paylaştı

Boston Scientific öncülüğünde kurulan ve Avrupa’nın farklı ülkelerinden 15 medikal dernek tarafından desteklenen Endovasküler Uzmanlık Akademisi, 25-26 Haziran 2024 tarihlerinde Koç Üniversitesi Hastanesinde “Embolizasyon” konulu çalıştay gerçekleştirdi. Etkinlik, Rahmi M. Koç İleri Düzey Girişimsel Tıp, Eğitim ve Simülasyon Merkezi’nde (RMK AIMES) düzenlendi ve konu üzerine uygulamalı eğitimler yapıldı.

Çalıştayın açılışı, Boston Scientific Periferik İşlemler Gelişmekte Olan Bölgeler Direktörü Fevzi Aran ve Pazarlama Müdürü Pelin İçil tarafından gerçekleştirildi. 14 farklı ülkeden 15 medikal dernek tarafından desteklenen Endovasküler Uzmanlık Akademisi eğitim programları, uzaktan eğitim, hasta üzerinde canlı vakalar ve rotasyon programları ile damar içi tedaviler konusunda doktorların uzmanlığını geliştirmeyi hedeflemektedir. 2024 yılı için belirlenen ana konu “Embolizasyon” oldu.

Prof. Dr. Barbaros Çil, Prof. Dr. Bora Peynircioğlu ve Prof. Dr. Okan Akhan’ın liderliğinde düzenlenen çalıştayda, embolizasyon tedavilerinin hastalar için sunabileceği faydalar üzerine güncel bilimsel veri ve deneyimler paylaşıldı.

Koç Üniversitesi Hastanesi Radyoloji Uzmanı Prof. Dr. Barbaros Çil, embolizasyon tedavisinin önemini vurgularken, “Embolizasyon, özellikle ciddi kanama vakalarında hayat kurtarıcı bir tedavi yöntemidir. Travma sonrası meydana gelen veya gastrointestinal sistemdeki kanamalarda, embolizasyon hızlı ve etkili bir müdahale imkanı sunar. Bu da hastaların stabilize edilmesine ve hızlı iyileşmelerine olanak tanır,” dedi.

Prof. Dr. Peynircioğlu ise, akademiye ilişkin yaptığı açıklamada şu sözlere yer verdi: “Dünya çapında milyonlarca insanı etkileyen önemli sağlık sorunlarının tedavisine ışık tutuyoruz ve bu alanda hekimler arasındaki bilgi paylaşımını güçlendiriyoruz. Akademide yer alan hekimlerin ortak çalışmalarının sağladığı sinerjiyle embolizasyon tedavileri konusunda hastalar için önemli faydalar sağlanacak.”

Embolizasyon Nedir?

Embolizasyon, vücutta kan damarlarını tıkayarak kan akışını durdurmak veya azaltmak için kullanılan minimal invaziv bir tedavi yöntemidir. Bu yöntem tümörler, anevrizmalar ve kanama kontrolü gibi birçok sağlık sorununun tedavisinde etkili bir şekilde kullanılmaktadır. İşlem sırasında kateter yardımıyla hedef damara küçük partiküller veya embolik ajanlar enjekte edilir. Bu, kan akışını durdurarak hedef bölgedeki sorunu çözer.

Erken teşhis ve uygun tedaviyle embolizasyon, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde iyileştirebilir ve ciddi komplikasyonları önleyebilir. Endovasküler tedaviler açık ameliyata kıyasla daha düşük riskli bir alternatif sunmaktadır. İşlemi yapan doktorun bilgi birikimi ve deneyimi işlem başarısını artırabilmekte ve hastaların daha hızlı iyileşmesine olanak sağlamaktadır.

Aşılama ile Papilloma Virüs (HPV) Oranı Çok Daha Düşük

cidrap gorsel

12 ve/veya 13 yaşında HPV aşısı yapılan kadınlarda yaşa göre standardize edilmiş serviks kanseri ve CIN3 oranlarının, uzatılmış takip döneminde hiç HPV aşısı yapılmayanlara göre sırasıyla yüzde 83.9 ve yüzde 94.3 daha düşük olduğu saptandı

Londra Queen Mary Üniversitesi araştırmacıları tarafından yürütülen bir araştırma, İngiltere’de rahim ağzı kanseri ve kanser öncesi lezyon oranlarının tüm sosyoekonomik gruplardaki çarpıcı düşüşünün, ülkede yürütülen insan papilloma virüsü (HPV) aşılama programıyla bağlantılı olduğunu gösterdi. BMJ dergisinde yayımlanan gözlemsel çalışma için araştırmacılar Ocak 2006’dan Haziran 2020’ye kadar bir süre içinde, ülkenin okul temelli HPV aşılama programının 20-64 yaşlarındaki İngiliz kadınlarda rahim ağzı kanseri ve 3. derece rahim ağzı intraepitelyal neoplazisi (CIN3) görülme sıklığı üzerindeki etkisini analiz etti. Kohort çalışması rahim ağzı kanseri teşhisi konulan 29.968 kişiyi ve CIN3 tanısı alan 335.228 kişiyi kapsadı.

Amaç, Ulusal Sağlık Hizmeti kanser kayıt verilerine dayanan önceki analizleri kopyalamak, 12 aylık bir takip süresi daha eklemek (Temmuz 2019’dan Haziran 2020’ye) ve sosyoekonomik yoksunluk düzeyleri genelinde aşılama programının etkinliğini araştırmaktı.

Çalışmanın yazarları, “İnsan papilloma virüsü (HPV), bir alt kümesi neredeyse tüm rahim ağzı ve bazı anogenital ve orofaringeal kanserlerden sorumlu olan bir virüs ailesini kapsar” ifadelerini kullandı. İngiltere’de HPV aşısı ulusal düzeyde 2008 yılında uygulamaya konuldu ve rutin olarak 12-13 yaş arası kız çocuklarına sunuldu; 2008-10 döneminde ise 19 yaş altı gençleri hedefleyen telafi kampanyaları yapıldı.

Başlangıçta iki değerlikli (iki HPV suşu içeren) Cervarix aşısı sunuldu; ardından 2012’de yerini dört değerlikli (dört HPV suşu içeren) Gardasil aşısı sunuldu. Program 2019’da 12-13 yaşlarındaki erkek çocukları kapsayacak şekilde genişletildi.

Rahim Ağzı Kanserlerinde Yüzde 84 Azalma

HPV aşılaması 2020 yılına kadar tahminen 687 rahim ağzı kanserini ve 23.192 CIN3 vakasını önlemiştir. Kanser ve kanser öncesi lezyonların önlenmesinde en yüksek oranlar sosyoekonomik açıdan en yoksun bölgelerde yaşayan kadınlarda gözlenmiştir; ancak aşılama programı sayesinde beş yoksunluk bölgesinde de oranları önemli ölçüde düşürmüştür

Bir önceki çalışmadaki kanserli ve kanser öncesi servikal lezyonların oranlarının düşük olması ve HPV aşılama programının etkinliğinin yüksek olması, Eylül 1990’dan sonra doğan kadınları kapsayan ek takip yılı boyunca da devam etti.

12 ve/veya 13 yaşında HPV aşısı yapılan kadınlarda yaşa göre standardize edilmiş serviks kanseri ve CIN3 oranlarının, uzatılmış takip döneminde hiç HPV aşısı yapılmayanlara göre sırasıyla yüzde 83.9 ve %94.3 daha düşük olduğu saptandı.

HPV aşılaması 2020 yılına kadar tahminen 687 rahim ağzı kanserini ve 23.192 CIN3 vakasını önlemiştir. Kanser ve kanser öncesi lezyonların önlenmesinde en yüksek oranlar sosyoekonomik açıdan en yoksun bölgelerde yaşayan kadınlarda gözlenmiştir; ancak aşılama programı sayesinde beş yoksunluk bölgesinde de oranları önemli ölçüde düşürmüştür.

Haber için tıklayınız: https://www.cidrap.umn.edu/human-papillomavirus-hpv/hpv-vaccine-program-tied-big-drop-cervical-cancers-across-all

On Bulaşıcı Hastalıktan Altısı Zoonotik Kökenli

infeec

“İnsanları etkileyen bulaşıcı hastalıkların çoğu esasta zoonotik kökenlidir. Yapılan çalışma ve analizlere göre, insanlarda bilinen her 10 bulaşıcı hastalıktan altısının hayvanlardan yayıldığı ve insanlarda yeni veya yeniden ortaya çıkan her 4 bulaşıcı hastalıktan üçünün hayvan kökenli olduğu tahmin edilmektedir”

Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemalettin Özden Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneğinin 2024 yılında düzenlenen (KLİMİK) XXIV. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi dolayısıyla hazırlanan Kongre kitabında yayımlanan makalesinde Zoonotik İnfeksiyonlara ilişkin bilgi verdi. Prof. Dr. Kemalettin Özden, makalesinde şunları kaydetti:

“Zoonoz terimi, kısaca hayvanlardan insanlara geçen hastalıklar olarak tanımlanmaktadır. Zoonotik özellik taşıyan hastalıkların insanlara bulaşı; infekte hayvana veya hayvansal ürünlere, hayvansal gıdalara, infekte hayvanların sekresyonlarına, kanlarına veya diğer çıkartılarına, deri ve kürkleri gibi kontamine materyallerine doğrudan veya dolaylı temas ile kontamine hayvansal gıdaların tüketilmesi sonucu olmaktadır. Hayvanlardan insanlara yayılabilen ve hastalıklara neden olabilen mikroorganizmalar sanılandan çok daha yaygındır. Bunlara zoonotik hastalıklar veya zoonoz denilmektedir. Zoonotik hastalıklara virüs, bakteri, parazit ve mantar gibi her türden mikroorganizma neden olmaktadır. Bu mikroplar insanlarda ve hayvanlarda hafif hastalıktan ciddi hastalığa ve hatta ölüme kadar birçok farklı şekilde ortaya çıkabilmektedir. Bununla birlikte, hayvanlar zoonotik hastalığı insanlara taşırken bazen sağlıklı görünümde olabilmektedirler. Zoonotik hastalıklar dünyanın birçok yerinde yaygın olarak görülmektedir. Çok sayıda ve farklı bulaşıcı hastalığın ortaya çıkmasında ve bulaşmasında insanlar, hayvanlar ve çevre önemli bir rol oynamaktadır. ,

4 Bulaşıcı Hastalıktan Üçü Hayvan Kökenli

“Son 30 yılda otuzdan fazla yeni insan patojeni tespit edilmiştir ve bunların yüzde 75’i hayvanlardan kaynaklanmaktadır. Ortaya çıkan zoonotik hastalıklar, Doğu Akdeniz Bölgesinde büyüyen bir halk sağlığı tehdidine dönüşme potansiyeli taşımaktadır”

İnsanları etkileyen bulaşıcı hastalıkların çoğu esasta hayvan kökenlidir. Yapılan çalışma ve analizlere göre, insanlarda bilinen her 10 bulaşıcı hastalıktan altısının hayvanlardan yayıldığı ve insanlarda yeni veya yeniden ortaya çıkan her 4 bulaşıcı hastalıktan üçünün hayvan kökenli olduğu tahmin edilmektedir. Dünya çapında zoonotik infeksiyonlara bağlı olarak her yıl yaklaşık bir milyar hastalık olgusu meydana gelmekte ve milyonlarca kişinin ölümüne neden olduğu tahmin edilmektedir.

“Ülkemiz de zoonotik infeksiyonlar için önemli bir kavşakta bulunmaktadır. Her yıl binlerce zoonotik infeksiyon olgusu bildirilmektedir”

Son 30 yılda otuzdan fazla yeni insan patojeni tespit edilmiştir ve bunların yüzde 75’i hayvanlardan kaynaklanmaktadır. Ortaya çıkan zoonotik hastalıklar, Doğu Akdeniz Bölgesinde büyüyen bir halk sağlığı tehdidine dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Son yirmi yılda, bölgedeki 22 ülkenin 18’inde zoonotik hastalıklar rapor edilmiştir ve bu hız DSÖ kapsamındaki başka hiçbir bölgede görülmemektedir. Buradaki kritik durumun, bölgede çok sayıda insanın hayvanlarla yakın bir yaşam sürdürmesi, sınır ötesi kitlesel nüfus hareketi dahil artan uluslararası ticaret hacmi ve komşu ülkeler içindeki hayvan hareketliliği nedeniyle zoonotik enfeksiyonlara özellikle yatkın olduğu belirtilmektedir. Ülkemiz de zoonotik infeksiyonlar için önemli bir kavşakta bulunmaktadır. Her yıl binlerce zoonotik infeksiyon olgusu bildirilmektedir.”

“Son yirmi yılda, Doğu Akdeniz Bölgesindeki 22 ülkenin 18’inde zoonotik hastalıklar rapor edilmiştir ve bu hız DSÖ kapsamındaki başka hiçbir bölgede görülmemektedir. Buradaki kritik durumun, bölgede çok sayıda insanın hayvanlarla yakın bir yaşam sürdürmesi, sınır ötesi kitlesel nüfus hareketi dahil artan uluslararası ticaret hacmi ve komşu ülkeler içindeki hayvan hareketliliği nedeniyle zoonotik enfeksiyonlara özellikle yatkın olduğu belirtilmektedir”

Biyoçeşitlilik Azaldıkça Hastalıklar Artıyor

00

“Yapılan araştırmalar, biyoçeşitlilik genel olarak azaldıkça insanlara bulaşan hastalıklara ev sahipliği yaptığı bilinen türlerin popülasyonlarının arttığını ve kentsel alanlarda da artışın dikkat çekici olduğunu gösteriyor”

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cavit Işık, Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneğinin 2024 yılında düzenlenen (KLİMİK) XXIV. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi dolayısıyla hazırlanan Kongre kitabında yayımlanan makalesinde pandemilere yol açan nedenlere ilişkin bilgiler verdi. Doç. Dr. Cavit Işık şunları kaydetti:

“Virüslerin yüzde 80’inin, bakterilerin yüzde 50’sinin, mantarların yüzde 40’ının, protozoaların yüzde 70’inin ve insanları infekte eden helmintlerin yüzde 95’inin zoonotik kökeni bulunmaktadır. Bu etkenlerin rezervuarlarının yüzde 80’i memelilerdir. Çiftlik hayvanları ve evcil hayvanlarında görülen 1000 civarında patojenin yüzde 50’si de zoonotik özelliktedir”

“Günümüzde 1940 yılından bu yana saptanan yeni infeksiyonlarının yüzde 60’ının zoonotik infeksiyonlar olduğunu ve bu yeni infeksiyon hastalıklarına neden olan mikroorganizmaların yüzde 72’sinin yaban yaşamı kaynaklı olduğunu biliyoruz. Bu açıdan pandemiler zoonotik hastalıklara yaklaşımı ve Tek Sağlık bakış açısını meselenin odağına yerleştiriyor. Virüslerin yüzde 80’inin, bakterilerin yüzde 50’sinin, mantarların yüzde 40’ının, protozoaların yüzde 70’inin ve insanları infekte eden helmintlerin yüzde 95’inin zoonotik kökeni olduğu, bu etkenlerin rezervuarlarının yüzde 80’inin memeliler olduğu, çiftlik hayvanları ve evcil hayvanlarında görülen 1000 civarında patojenin yüzde 50’sinin de zoonotik özellikte olduğu düşünüldüğünde bu odak açık olarak görülebiliyor. Etken özellikleri ve bu etkenlerin çevresel koşulların değişiminden ve ekosistemlerin tahribatından etkilenmeleri pandemi açısından göz önünde bulundurulması gereken bir diğer faktörler grubunu oluşturuyor.

Ekosistemlerin Tahribatı ile Pandemi İlişkisi

“Ekosistemlerin tahribinin pandemiler açısından kritik öneminin, özellikle ‘biyoçeşitlilik kaybı’ ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Biyoçeşitlilik kaybı, başta ormanların tahrip edilmesiyle yaşanan ormansızlaşma, arazi kullanımı ile ilgili değişiklikler olmak üzere bir dizi çevre müdahaleleri sonucu ortaya çıkan ve gezegenin en büyük tehditlerinden biri”

Yaban yaşamını olumsuz etkileyen ve insan-yaban temasını arttırabilen etkinlikler, kirlilik ve tahribatlar, neredeyse üçte ikisi yaban yaşam kaynaklı olan yeni zoonotik infeksiyon etkenleri açısından riski arttıran bir tablonun ortaya çıkmasına neden olma potansiyeline sahip. Stanford Üniversitesindeki araştırmacılar tarafından yayımlanan bir araştırmaya göre, Uganda’daki ormansızlaşma ve habitat parçalanması, primatlar ve insanlar arasındaki doğrudan karşılaşmaları arttırıyor. Ekosistemlerin tahribinin pandemiler açısından kritik öneminin, özellikle ‘biyoçeşitlilik kaybı’ ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Biyoçeşitlilik kaybı, başta ormanların tahrip edilmesiyle yaşanan ormansızlaşma, arazi kullanımı ile ilgili değişiklikler olmak üzere bir dizi çevre müdahaleleri sonucu ortaya çıkan ve gezegenin en büyük tehditlerinden biri. Genellikle yok olan türlerin yerini bazıları ‘istilacı türler’ olarak adlandırılan yeni türlerin alması söz konusu ve yapılan araştırmalar bu türlerin, insanlara yayılabilen patojenlere ev sahipliği yapan türler olma eğiliminde olduğunu gösteriyor.

Biyoçeşitlilik Azaldıkça Hastalık Artıyor

Yapılan araştırmalar, biyoçeşitlilik genel olarak azaldıkça insanlara bulaşan hastalıklara ev sahipliği yaptığı bilinen türlerin popülasyonlarının arttığını ve kentsel alanlarda da artışın dikkat çekici olduğu gösteriyor. Bu araştırmalardan bazılarında Afrika’daki bazı ülkelerde yaşanan Ebola salgınlarının köklerinin sadece hastalıkta değil, aynı zamanda ormansızlaşma, madencilik, siyasi istikrarsızlıkta da aranması gerektiği belirtiliyor.

Bu noktada birçok zoonotik hastalık için yaban hayatı ve insan enfeksiyonları arasında epidemiyolojik bir köprü işlevi üstlenen hayvancılık faaliyetlerini de gözden kaçırmamak gerekmektedir.

Endüstriyel Hayvancılık Faaliyetleri

Endüstriyel hayvancılık faaliyetleri bu açıdan pandemi meselesinde ayrıntılı ele alınması gereken başlıklardandır. Bu noktada etkili olan üç faktöre vurgu yapılmaktadır Artan et tüketimi talebi, artan talebe bağlı olarak yoğun hayvan üretim sistemlerinin genişlemesi (Tavukların yüzde 81’i bu yöntemle üretiliyor), bu genişlemeye bağlı olarak artan arazi kullanımının doğal habitatları ve yaban yaşamını tahribi. Bu etkilere örnek olarak Malezya’da 1997’de virüsün doğal rezervuarı olan meyve yarasalarının uğrak yeri olan bir bölgede büyük domuz çiftlikleri kurulması sonrasında ortaya çıkan Nipah virüsü vakaları gösterilebilir. Ayrıca yaban hayvan eti tüketiminin de zoonotik etkenlerin yayılımında rolü olduğu ve dünya genelinde ortalama 150 milyon hanenin yılda en az bir kez yaban hayvan eti tükettiği bildirilmektedir. Ek olarak yaban hayvan ticareti de zonotik yayılımlar açısından risk oluşturmakta ve özellikle yasadışı yaban hayatı ticaretinin izlenmesi ve uygulanmasına odaklanılması gerektiği belirtilmektedir.

İklim Değişikliği de Pandemi Riskini Artırıyor

“Sıcak dalgalarının su kaynaklı hastalıkları arttıracağı, fırtına ve sellerin aralarında leptosirosis, kolera, tifo ve deri hastalıkları da olmak üzere birçok etken hastalığı arttıracağı, sıcaklık ve yağış değişkenliklerinin özellikle insanlar arası temas biçimlerini etkileyerek virüs bulaşıcılığında değişiklilere neden olabileceği belirtilmektedir”

İklim değişikliği de pandemilerin sıklaşmasına dair riskli zemini arttıran faktörler arasında yer almaktadır. Kapsamlı bir metaanaliz çalışması iklim değişikliğinin bilinen patojenleri yüzde 58 oranında arttıracağına işaret etmektedir. Sıcak dalgalarının su kaynaklı hastalıkları arttıracağı, fırtına ve sellerin aralarında leptosirosis, kolera, tifo ve deri hastalıkları da olmak üzere birçok etken hastalığı arttıracağı, sıcaklık ve yağış değişkenliklerinin özellikle insanlar arası temas biçimlerini etkileyerek virüs bulaşıcılığında değişiklilere neden olabileceği belirtilmektedir. İklim değişikliğinin etkileriyle aşırı hava olaylarındaki artış, doğal afetleri de sıklaştırabilmektedir. Sıklaşan doğal afetler infeksiyon etkenlerini birçok yönüyle etkilemekte ve kırılganlığı arttırmaktadır. Ortaya çıkan tehditlerin hızlı yayılımında kentleşme dinamikleri, nüfus hareketliliği, seyahat ve ticaret ağlarının ve bazı ekonomi politik faaliyetlerin etkili faktörler olarak anılmaktadır. Avrupa Hastalık Kontrol Merkezi salgın verilerine dayanan bir çalışmada infeksiyon tehditlerinin temel olarak 17 belirleyicisi tespit edilmiş ve bu belirleyiciler üç ana grupta sınıflandırılmıştır. Bu gruplar: Küreselleşme ve çevre, sosyodemografi ve halk sağlığı sistemleridir. Bu çalışmada yapılan analizde infeksiyon tehditlerin ilk beş belirleyicisi seyahat ve turizm, gıda ve su kalitesi, doğal çevre, küresel ticaret ve iklim olmuştur. Bu belirleyicilerin de dikkatle izlenmesi ve bu belirleyiciler için de bir dijital sürveyans sistemi kurulması önerilmektedir. Farklı değerlendirmelerde de ‘şeytan üçlüsü’ olarak adlandırılan ‘türlerin aşırı istismarı, habitat parçalanması ve tahribi, yabancı türlerin istilasını’ nedenler ‘uluslararası seyahat, küreselleşme ve iklim değişikliği’ ile ‘Vahşi Altılı’ olarak adlandırılmaktadır.

“İklim değişikliği de pandemilerin sıklaşmasına dair riskli zemini arttıran faktörler arasında yer almaktadır. Kapsamlı bir metaanaliz çalışması iklim değişikliğinin bilinen patojenleri yüzde 58 oranında arttıracağına işaret etmektedir”

Pandemiler Sıklaşacak

Özetle giderek sıklaşması beklenen pandemiler birçok faktörün etkisiyle sağlık sistemlerinin gündemindedir. Başlıca beş faktörün bu süreçte öne çıktığını görüyoruz: Faunal çeşitlilik, iklim koşulları, hayvancılık üretim sistemleri, nüfusu dağılımı ve yoğunlukları, ticaret ve seyahat ağları. Bu nedenle pandemiye yol açan nedenleri sadece biyolojik etkenler bazında değil daha geniş ve kapsayıcı bir yaklaşımla ele almak gerektirmektedir. Önümüzdeki on yıllarda sağlık sistemlerini bekleyen zorluklardan biri de bu yaklaşımların eksikliği olacaktır.”

“Faunal çeşitlilik, iklim koşulları, hayvancılık üretim sistemleri, nüfusu dağılımı ve yoğunlukları, ticaret ve seyahat ağlar nedeniyle pandemilerin giderek sıklaşması bekleniyor. Bu nedenle pandemiye yol açan nedenleri sadece biyolojik etkenler bazında değil daha geniş ve kapsayıcı bir yaklaşımla ele almak gerektirmektedir”

Tek Sağlık Yaklaşımı Nedir?

bio

“Tek Sağlık yaklaşımı, insan, hayvan ve çevre sağlığının karmaşık bir şekilde birbiriyle bağlantılı olduğunu ve sorunları bu perspektiften ele almanın disiplinler arası iş birliğini gerektirdiğini kabul eder”

Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Gıda Hijyeni ve Teknolojisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muammer Göncüoğlu, Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneğinin 2024 yılında düzenlenen (KLİMİK) XXIV. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi dolayısıyla hazırlanan Kongre kitabında yayımlanan makalesinde Gıdalardan Gelen Bakteriyel İnfeksiyonları anlattı. Enterohemorajik Escherichia coli ve Salmonella İnfeksiyonlarına dikkati çeken Prof. Dr. Muammer Göncüoğlu makalesinde şunları kaydetti:

“Bakteriler, virüsler, parazitler veya ağır metaller gibi kimyasal maddelerle kontamine olmuş gıdaların tüketilmesi dünya genelinde 200’den fazla hastalığa neden olmaktadır”

“Bakteriler, virüsler, parazitler veya ağır metaller gibi kimyasal maddelerle kontamine olmuş gıdaların tüketilmesi dünya genelinde 200’den fazla hastalığa neden olmaktadır. Büyüyen bu halk sağlığı sorunu, sağlık sistemleri üzerinde önemli baskılara ve toplumun üretkenliği kaybetmesine neden olmaktadır. Bununla beraber başta turizm olmak üzere ticarete ve sosyoekonomik etkilere neden oluyor. Söz konusu bu hastalıklar küresel hastalık ve ölüm yüküne önemli ölçüde katkıda bulunmaktadır. Gıda kaynaklı hastalıklar gıdanın kontaminasyonundan kaynaklanmakta ve gıda üretimi, dağıtımı ve tüketim zincirinin herhangi bir aşamasında ortaya çıkabilmektedir. Bunlar, su, toprak veya havadaki kirliliğin yanı sıra güvenli olmayan gıda depolama ve işleme gibi çeşitli çevresel kirlilik türlerinden kaynaklanabilir. Bu kapsamda en dikkat çekici nokta ise birincil üretim olarak kabul edilen çiftlik aşamasıdır. Gıda kaynaklı hastalıklar ishalden kansere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayabilmektedir.

Gıda Kaynaklı Hastalıklar Neler?

“Gıda kaynaklı hastalıklar düşük ve orta gelirli ülkelerdeki yoksullukla yakından bağlantılıdır ancak dünya çapında büyüyen bir halk sağlığı sorunudur. Artan uluslararası ticaret ve daha uzun, daha karmaşık gıda zincirleri, gıda kontaminasyonu ve enfekte gıda ürünlerinin ulusal sınırların ötesine taşınması riskini artırmaktadır”

Çoğu gastrointestinal sorunlar olarak ortaya çıkar, ancak aynı zamanda nörolojik, jinekolojik ve immünolojik semptomlara da neden olabilirler. İshale neden olan hastalıklar dünyanın tüm ülkelerinde önemli bir sorundur, ancak yük orantısız bir şekilde düşük ve orta gelirli ülkeler ve 5 yaşın altındaki çocuklar tarafından taşınmaktadır. Her yıl, dünya çapında yaklaşık 10 kişiden biri, kontamine gıdaları yedikten sonra hastalanmakta ve 420 binden fazla ölüme yol açmaktadır. Bu hastalıklardan çocuklar orantısız bir şekilde etkilenmekte ve her yıl 5 yaşın altındakilerde 125 bin ölüm görülmektedir. Bu vakaların çoğunluğu ishal tablosundan kaynaklanmaktadır. Gıda kaynaklı hastalıkların diğer ciddi sonuçları arasında böbrek ve karaciğer yetmezliği, beyin ve sinir bozuklukları, reaktif artrit, kanser ve ölüm yer almaktadır. Gıda kaynaklı hastalıklar düşük ve orta gelirli ülkelerdeki yoksullukla yakından bağlantılıdır ancak dünya çapında büyüyen bir halk sağlığı sorunudur. Artan uluslararası ticaret ve daha uzun, daha karmaşık gıda zincirleri, gıda kontaminasyonu ve enfekte gıda ürünlerinin ulusal sınırların ötesine taşınması riskini artırmaktadır. Büyüyen şehirler, iklim değişikliği, göç ve artan uluslararası seyahat bu sorunları daha da artırmakta ve insanları yeni tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır.

“Her yıl, dünya çapında yaklaşık 10 kişiden biri, kontamine gıdaları yedikten sonra hastalanmakta ve 420 binden fazla ölüme yol açmaktadır. Bu hastalıklardan çocuklar orantısız bir şekilde etkilenmekte ve her yıl 5 yaşın altındakilerde 125 bin ölüm görülmektedir”

Hastalıklara Neden Olan Gıda Kaynaklı Patojenler

Hastalıklara neden olan gıda kaynaklı patojenlere bakacak olursak özellikle bakteriyel etkenlerin antimikrobiyal maddelere artan oranda direnç geliştirdikleri, gıda zinciri içerisinde biyofilm oluşturma potansiyellerinin yüksek olduğu ve bazı virülans özelliklerinde artış olduğu görülmektedir. Gıdalara bulaşma açısından değerlendirildiğinde örneğin Enterohemorajik Escherichia coli (EHEC) ve non-tifoidal Salmonella’ların ana rezervuarlarında hastalık oluşturmamaları nedeniyle kesim öncesi ve sonrası veteriner hekim muayenelerinde görülmeden gıda zincirine bulaşabilmektedirler. Söz konusu etkenler açısından dünyada çok sayıda çalışma yapılmış olup özellikle gelişmiş ülkelerde izleme ve kontrol programları mevcuttur. Türkiye’de ise birçok çalışma olmasına rağmen son yıllara kadar olan çalışmaların büyük bir bölümü klasik izolasyon ve identifikasyon çalışmaları olup moleküler ve genomik karakterizasyonları ile ilgili az sayıda çalışma bulunmaktadır.

Tek Sağlık Bakış Açısı

“Veteriner hekimler, Tek Sağlık konseptinde, özellikle gıda güvenliğiyle ilgili sorunları ele alırken çok önemli bir rol üstlenmektedirler. Uzmanlıkları hayvan sağlığı, insan sağlığı ve çevre sağlığı arasındaki bazı boşlukları doldurmaktadır”

Halk sağlığı açısından değerlendirildiğinde ise tek sağlık bakış açısı ile kayda değer bir çalışmanın Türkiye’de bulunmadığı düşünülmektedir. Veteriner ve beşerî hekimlikte günümüze kadar elde edilen veriler ışığında çok daha kapsamlı ve hedef odaklı çalışma ihtiyacı olduğu aşikardır. Bu kapsamda Türkiye’de gıdalarda yapılan çalışmalar dikkate alındığında farklı kaynaklardan EHEC ve Salmonella izole edilmiş, başta antibiyotik olmak üzere farklı karakterizasyonları yapılmıştır. Ayrıca bazı araştırmacılar bu etkenlerin biyofilm oluşturma kapasiteleri, dezenfektan dirençleri ve dirençli izolatlar üzerine bakteriyofajların etkileri ile ilgili çalışmalarda bulunmuşlardır. Tek Sağlık kavramının ana unsurlarından olan “Bütünleştirici Yaklaşımlar”, gıda güvenliği sorunlarını ele alırken iş birlikçi ve bütünsel stratejilerin önemini vurgulamaktadır. Tek Sağlık yaklaşımı, insan, hayvan ve çevre sağlığının karmaşık bir şekilde birbiriyle bağlantılı olduğunu ve sorunları bu perspektiften ele almanın disiplinler arası iş birliğini gerektirdiğini kabul eder. Bu kapsamda “İş birliğinin Gücü” ile bireysel/lokal anlayışın hâkim olduğu geleneksel gıda güvenliği yaklaşımı yerine iş birliğine dayalı, daha kapsamlı izleme sistemleri, daha iyi veri paylaşımı, daha etkili müdahaleler ve ortaya çıkan tehditlere daha hızlı yanıt verilmesiyle başarılı sonuçlar alınabilir. Veteriner hekimler, Tek Sağlık konseptinde, özellikle gıda güvenliğiyle ilgili sorunları ele alırken çok önemli bir rol üstlenmektedirler. Uzmanlıkları hayvan sağlığı, insan sağlığı ve çevre sağlığı arasındaki bazı boşlukları doldurmaktadır. Veteriner Hekimler; hayvan sağlığı ve refahı kapsamında gıda değeri olan hayvanların çiftlik aşamasında sağlıklarını güvence altına almaktadır. Sağlıklı hayvanların zoonozlar da dahil olmak üzere hastalıklara yakalanma olasılığı daha düşük olmaktadır. Hastalık Gözetim ve Kontrolü kapsamında da hayvan popülasyonlarındaki salgınların tespit edilmesi ve yönetilmesinde ilk savunma hattı olarak yer almaktadırlar. İlerleyen süreçte küresel iş birliğinin önemi daha da artacaktır. Bu kapsamda da mevcut standartlar üzerinde iş birliği yapan, veri paylaşan ve araştırmaya ortak yatırım yapan ülkelerle birlikte ortak bir küresel çaba önem arz edecektir. Ayrıca resmi otoritelerin ve kamu kuruluşlarının bilinci ve ilgisinin artması gereklidir.

Tek Sağlık-Gıda Güvenliğinin Geleceği

Bilgiye kolay erişim, bilinçlendirme kampanyaları ve geçmiş küresel sağlık tehditleri sayesinde toplumların gıda güvenliği konusunda daha eğitimli ve proaktif hale getirilmesi gerekecektir. Bununla beraber mevzuat değişiklikleri özellikle gıda üretimi, işlenmesi ve satışına ilişkin daha sıkı, dinamik ve uluslararası düzeyde uyumlu düzenlemeler ile desteklenmelidir. Bu düzenlemeler giderek Tek Sağlık perspektifini benimseyecektir. Sonuç olarak, Tek Sağlık-gıda güvenliğinin geleceği, zorlukları öngörmek, teknolojileri entegre etmek, küresel iş birliğini teşvik etmek ve sürekli yenilik yapmakla ilgili olacaktır. Pek çok alanda olduğu gibi proaktif stratejiler ve insan, hayvan ve çevre sağlığının ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğunun tanınması anahtar rol oynayacaktır.

İnfeksiyon hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Hizmeti Bütünleşik bir Anlayışla Verilmelidir

08

“Bugünlerde, aralarında infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlık eğitimi verilenler de olan pek çok hastane, hastalarının klinik örneklerini, çoğu kez kendi tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarlarında herhangi bir mikrobiyolojik değerlendirme yapmaksızın, günde bir kez kurumlarına uğrayan kuryeler aracılığıyla aynı il içindeki belli merkezlere iletmektedir”

İstanbul Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Eraksoy, Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneğinin 2024 yılında düzenlenen (KLİMİK) XXIV. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi dolayısıyla hazırlanan Kongre kitabında yayımlanan makalesinde geçmişten günümüze infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlığını, laboratuvar eğitiminin bugünkü durumunu irdeledi. Prof. Dr. Haluk Eraksoy şunları kaydetti:

“Türkiye’de oldukça erken sayılabilecek bir dönemde ‘Bakteriyoloji ve Emraz-ı İntaniye’ (günümüzdeki ‘İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji’) dalı aracılığıyla klinik ve laboratuvar hizmetlerinin tek elden yürütülmesi benimsenmiştir.

Türkiye’de infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji eğitiminin başlaması XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde İstanbul’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’deki tıp eğitimini Avrupa düzeyine çıkarmak üzere Bonn Üniversitesinden Prof. Dr. Robert Rieder (1861-1913) ve Hamburg Eppendorf Hastanesi’nden Dr. Georg Deycke (1865-1938) İstanbul’a getirtilmiştir. O sıralarda yarım kalmış olan Haydarpaşa’daki tıbbiye inşaatının tamamlanması için çaba harcayan Rieder, yeni mezun olmuş askeri hekimlere modern hasta yönetiminin öğretileceği bir hastane de kurmak istemiştir. Böylece İstanbul’da 30 Aralık 1898’de açılan Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektep ve Seririyatı (Kliniği), klinik mikrobiyolojiyle infeksiyon hastalıklarının bir arada okutulmaya başlandığı ilk eğitim kurumumuz olmuştur.

İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlarının Yetkileri

Bir hastanede, infeksiyon hastalıklarının hem laboratuvar tanısını hem de klinik izlem ve tedavisini aynı uzmanın üstlenebilmesi, başka dalları ilgilendiren hastalıklar için pek de mümkün olmayan çok önemli bir üstünlüktür. Böyle uygulamalarla sağlık insan gücünden önemli ölçüde tasarruf sağlanması ve dolayısıyla çok büyük bir kamu yararı da söz konusudur. Hizmetin bütünleşik bir anlayışla verilmesi, mikrobik etkenin erkenden saptanıp antimikrobik tedavinin gecikmeden başlanması, [i] kimi kez bir hastanın hızla yaşama döndürülmesine, [ii] kimi kez bir hastanın sağlığına daha erken kavuşturulmasına, [iii] kimi kez bir infeksiyon hastalığının pahalı tanı testlerine gerek kalmadan tanınabilmesine, [iv] kimi kez de bir infeksiyon hastalığın daha ucuz antimikrobiklerle güvenle tedavi edilebilmesine yarar. İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlarının ulusal sağlık sistemimiz içinde gösterdikleri başarının sırrı da dalın bu bütünleşik uygulamasında yatmaktadır.

Hizmet Alımı Uygulamaları Branşımız için Zararlıdır

“Bünyesinde faal bir tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarı kalan az sayıdaki hastanede ise infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlarının laboratuvarda çalışmasının önüne ‘idari’ engeller konulmaktadır”

Başlangıcı 6 Mart 1995 tarihine kadar götürülebilecek infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji dalının bütünlüğüne yönelik ve görünüşte resmi otoritelerden kaynaklanan tehditler, uzmanlık dalının mensuplarını yıllarca meşgul etmiş; infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji dalına sahip çıkan bir görünüm alan Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin giriştiği kararlı bir hukuk mücadelesiyle, ancak 18 Temmuz 2009 tarihinde sona ermiştir. Böylece 2002ʼde infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji dalının bütünlüğünü ortadan kaldıran Tıpta Uzmanlık Tüzüğüʼne dayanılarak verilmiş eksik uzmanlık yetkileri de infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyolojinin tümünü kapsayacak biçimde iade edilmiştir. Ancak infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji dalının uzun bir süre tartışmalı bir durumda bırakılmış olmasından, değişik derecelerde de olsa, eğitim kurumlarımızın hemen hepsi, olumsuz yönde etkilenmiştir. Tam bu olumsuz durumun etkisinden sıyrılmışken, infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji dalı için önceleri geçici bir durum olduğu sanılarak yeterince tepki verilmeyen birtakım uygulamalar yoğunluk kazanmıştır. Özellikle Sağlık Bakanlığına bağlı sağlık kuruluşlarında ‘kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanılması’ adına, hastalara verilen tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarı hizmetlerinde sonuç karşılığı hizmet alımı, tıbbi hizmet alımı, tıbbi cihaz hizmet alımı, kit karşılığı cihaz kullanımı ya da sarf karşılığı cihaz kullanımı adı verilen uygulamalar ağırlık kazanmıştır. Bugünlerde, aralarında infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlık eğitimi verilenler de olan pek çok hastane, hastalarının klinik örneklerini, çoğu kez kendi tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarlarında herhangi bir mikrobiyolojik değerlendirme yapmaksızın, günde bir kez kurumlarına uğrayan kuryeler aracılığıyla aynı il içindeki belli merkezlere iletmektedir. Bünyesinde faal bir tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarı kalan az sayıdaki hastanede ise infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlarının laboratuvarda çalışmasının önüne ‘idari’ engeller konulmaktadır.

“Öğrenciler Mikrobiyoloji Laboratuvarlarını Kullanamıyor”

“İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlık öğrencileri de kendi eğiticilerinin çalışamadıkları ancak ilgili mevzuata göre olağan eğitim mekanları olması gereken tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarlarını kullanamamaktadır”

İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlık öğrencileri de kendi eğiticilerinin çalışamadıkları ancak ilgili mevzuata göre olağan eğitim mekanları olması gereken tıbbi mikrobiyoloji laboratuvarlarını kullanamamaktadır. Uzmanlık öğrencilerine, eğitim gördükleri kurumun ortak hizmet ve eğitim alanlarında ‘yabancı’ muamelesi yapılması ve izledikleri hastalara ait bizzat görüp değerlendirmeleri gereken klinik örneklere el sürdürülmemesi düşündürücüdür. Bu uygulamalar, infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji açısından hem sunulan hasta hizmetlerine hem de uzmanlık eğitimine büyük zararlar veren kabul edilemez durumlardır. Böyle bir düzende infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlık eğitimi çekirdek müfredatına uyulabildiğinden söz edilemez.

Ne Yapmalı?

“Başta birim eğitim sorumlusu olarak görevlendirilenler olmak üzere, infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji eğiticilerinin birlik olup var olan mevzuatın kendilerine tanıdığı olanakları, kurum yönetimlerine karşı daha güçlü bir biçimde savunmaları gerekmektedir”

Her infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlık öğrencisi, içinde bulunduğu bu olumsuz durumun farkına varmamış olabilir. Ancak bu hizmeti bütünleşik olarak verecek biçimde eğitim almış ve hep bu anlayışla görev yapmış infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji eğiticilerinin bu durumdan hoşnut olmadıklarını tahmin etmek zor değildir. Bununla birlikte, başta birim eğitim sorumlusu olarak görevlendirilenler olmak üzere, infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji eğiticilerinin birlik olup var olan mevzuatın kendilerine tanıdığı olanakları, kurum yönetimlerine karşı daha güçlü bir biçimde savunmaları gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca TUK’un, Eğitim ve Araştırma Hastanelerindeki İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Programlarını, kendi ilan ettiği çekirdek müfredatı ve eğitim standartlarını karşılaması yönünden pek de sorgulamadığı izlenimi alınmaktadır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye bir hukuk devletidir; her türlü mevzuat, yasal düzenleme, bunların getirdiği hükümler ve koyduğu kurallar da uyulmak içindir. Güncel verilerin elde edilmesinde Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği Asistan ve Genç Uzman Hekimler (AGUH) Komisyonunun da desteği olacaktır. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği Yönetim Kurulu’nun bu durumu düzeltmek için girişilecek bir hak arayışının arkasında duracağından kuşkumuz yoktur.”

Türkiye Tarihinde Sağlık Devrimi Hikayesi: Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Nedir?

02

Doç. Dr. Nusret Fişek önderliğinde hazırlanan 1961 yılında kabul edilen 224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Türkiye’deki sağlık hizmetlerinin genelini düzenleyen bir ilkeler kanunudur. Kamusal finansmanın sağlandığı eşit ve sürekli, nüfusa göre, bölge tabanlı ekip hizmetini ifade eden sosyalleştirme kapsamında tam gün çalışma, entegre, kademeli, katılımlı hizmet gibi uygulamalar yer aldı

Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) Derneğinin 2023 yılı sonunda düzenlenen 25. Ulusal Kongresi dolayısıyla hazırlanan Kongre kitabında yayımlanan makalesinde Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zafer Öztek, makalesinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüzüncü Yılında Sosyalleştirmenin Yerini” anlattı. Prof. Dr. Zafer Öztek, şunları kaydetti:

“224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun bir ilkeler yasasıydı. Bu ilkelerin başlıcalarının ülkemizde ilk kez 1940’lı yıllarda dile getirildiği bilinmelidir. Dr. Behçet Uz, 1946 – 1948 yıllarında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanıydı. Sağlık hizmetlerinin geliştirilmesiyle ilgili bir plan hazırlamıştı. Bu plan (Birinci On Yıllık Milli Sağlık Planı / Behçet Uz planı) Türkiye için yeni bazı kavramları gündeme getirmişti. Milli Sağlık Planı uygulanamamış olsa da öngördüğü düşüncelerden büyük kısmı ülkemizin sağlık yapılanmasını derinden etkilemiştir. Bu etkiyi Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanununda da görmekteyiz.

Nüfusa göre örgütlenme: İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda dünyada sağlık hizmetlerinin nüfusa göre örgütlenmesi yaygın bir anlayış haline gelmişti. Bu yaklaşımı da dikkate alarak Behçet Uz, o dönemde siyasal bölünmeye göre kurulmuş olan hükümet tabipliği modelinin (her ilçede en az bir hükümet tabibi) değiştirilmesi ve hizmetlerin nüfusa göre örgütlenmesini öngörüyor ve 20.000 kişiye (40 köy) bir Sağlık Merkezi kurulmasını öneriyordu.

Köy grupları: Planda sağlık hizmetlerinin en uç noktalara erişebilmesini sağlamak üzere köy ebelerinin hizmet vereceği köy grupları oluşturulması öngörülüyordu.

Ekip hizmeti: Her sağlık merkezinde 2 hekim, bir sağlık memuru, bir ebe ve bir ziyaretçi hemşire ile onar köylük gruplarda çalışacak köy ebesi ve sağlık memurları planlanmıştır Birleştirilmiş hizmet: Sağlık merkezi aslında 10 – 25 kadar yatağı olan bir kırsal hastanedir. Hekimlerden birisi merkezde kalırken diğeri bölgedeki köyleri dolaşıp mobil hizmet verecek, sonra hekimler yer değiştirecektir. Yani hem evde ve ayaktan hem de yatırılarak hasta tedavisi birlikte yapılacaktır.

Hekim eğitimi: Milli Sağlık Planı, her coğrafi bölgede birer tane olmak üzere 7 tıp fakültesi kurulmasını öneriyordu. İlginç olan husus, her tıp fakültesine birer ‘yetimhane’ bağlanması ve buradaki çocukların sağlık personeli olarak yetiştirilmesi önerisidir. Her tıp fakültesinde yer alacak ‘çiftlik’ de fakültenin ve hastanenin besin gereksinmesini karşılayacaktır.

Finansman: O dönemde Türkiye’de sektörleri destekleyen bankalar vardı. Ziraat Bankası tarımı, Etibank madenciliği, Halk Bankası esnafı, Sümerbank sanayi sektörünü desteklerdi. Behçet Uz bunlara benzer şekilde bir Sağlık Bankası kurulmasını öneriyordu. Böylece, kamusal finansmana destek sağlanacak aynı zamanda sağlık sigortacılığı yapılacaktı.

Nüfusu Sınırlayıcı Politika

Sözü edilen plan ekonomik ve çeşitli politik nedenlerle kabul edilmedi ve uygulanmadı, fakat gündeme getirdiği ilkelerin bazıları 1961 yılında çıkartılan 224 Sayılı Kanunda yer almıştır.

27 Mayıs 1960 tarihinde Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koyuşundan sonra ülkede bazı yeni düzenlemeler ve değişiklikler oldu. Bunlardan en önemlisi Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) kurulmasıdır. Planlama uzmanları, Türkiye’deki nüfus artışı kontrol edilmeden yeterli kalkınma sağlanamayacağını görmüşler ve aşırı doğurganlığın önlenmesi gerektiği görüşünü ileri sürmüşlerdi. Bu görüşten hareketle, 1965 yılında, o güne kadar bir devlet politikası olarak sürdürülen pro-natalist (nüfusu arttırıcı) politikadan vazgeçilerek anti-natalist (nüfusu sınırlayıcı) politikaya geçildi; 1965 yılında Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkartıldı. Dr. Nusret Fişek öncülüğünde hazırlanan bu kanun, devrim niteliğindedir. Bu dönemde gerçekleştirilen bir diğer önemli iş, o zamanki askeri iktidarın (Milli Birlik Komitesi) bütün bakanlıkların yeniden örgütlenmesini istemesi olmuştur. Sağlık Bakanlığı da bu direktif doğrultusunda o zamanki Müsteşar Doç. Dr. Nusret Fişek önderliğinde bir taslak hazırlamış ve bu taslak 1961 yılında “224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun” olarak kabul edilmiştir.

Sosyalleştirmeyi Hazırlayan Etmenler

Bu kanunu tam olarak kavrayabilmek için o dönemdeki sorunları ve sosyalleştirmeyi hazırlayan etmenleri bilmek gerekir.

1. Tedavi ağırlıklı hizmet: 1950 – 1960 yılları arasında Demokrat Parti iktidardaydı. Bu yıllarda Dr. Refik Saydam tarafından önceki yıllarda uygulanan temel ilkelerin bazılarından vazgeçildi. Saydam, koruyucu hizmetlere öncelik vermiş, hastane hizmetlerini yerel kuruluşlara (belediye, özel idare) bırakmıştı. Demokrat Parti döneminde tedavi hizmetlerinin de Sağlık Bakanlığının görevi olması benimsendi. Bunun sonucunda yeni hastaneler yapılmaya başlandı ve bu durum bir hastane furyasına dönüştü.

2. Hastane kargaşası: 1950 – 1960 yılları arasında çok sayıdaki kurum kendi hastanelerini açtı. Bu dönemdeki hastanelerin ve tedavi kuruluşlarının hangi kurumlara ait olduklarını bilmek hastane kargaşasını anlamaya yetecektir:

a) Devlet hastaneleri (Sağlık Bakanlığı)
b) Üniversite hastaneleri
c) Mahalli İdare hastaneleri (Belediye, Özel İdare)
d) SSK hastaneleri
e) Asker hastaneleri
f) Devlet Demiryolları (DDY) hastanesi
g) Polis hastanesi
h) PTT hastanesi
ı) Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) hastanesi
i) Kamu İktisadi Kuruluşlarına (KİT) bağlı hastane ve poliklinikler
j) Özel hastaneler
k) Vakıf hastaneleri
l) Azınlık hastaneleri

3. Hastanelerdeki kalabalıklık: Kent merkezlerinde yoğunlaşmış olan hastaneler, yoğun hasta başvurularına cevap veremiyordu. Yatak işgal oranları düşük olduğu halde, poliklinikleri kalabalıktı. Hastaneler kapasitelerinin üzerinde hasta başvurusuyla karşılaşmış, hastane ve uzman hekim gerektirmeyecek sağlık sorunlarıyla meşgul edilmiş, hekimler fazla sayıdaki hastaya bakabilmek için hastalarına gereken muayene süresini ayıramamıştır. Hekimler kesin tanı koyabilme olanaklarından yoksun olduklarından, ihtimali tanılarla (ön tanılarla) hastalarını tedavi etmek durumunda kalmışlardır. Bu da polifarmasiye, yani gereksiz yere çok ve çeşitli ilaç kullanımına yol açmıştır. Hastanelerde uzmanlar, uzmanlıklarının gerektirdiği hastalardan çok, pratisyen hekimlerce teşhis ve tedavi edilebilecek hastalarla uğraşıyorlardı. Üstelik yalnızca hastalarını tedavi etmekle yetiniyor, bu kişilerin aileleri ve çevreleri ile ilgilenmeyi kendi görevlerinden saymıyorlardı. Bu davranışlarında da haksız sayılmazlardı, çünkü onların görev alanları hastane içiydi. Hastane dışındaki sağlık hizmetleri onların uzmanlıkları ve görevlerinin dışında kalıyordu. Fakat çok önemli olan bu hizmetler yerine getirilmediği için, hastalıkların kontrolünde güçlükler vardı.

4. Halkın ve yöneticilerin sağlık hizmeti algısı: Tedavi hizmetlerinin öncelikli olarak verildiği yerlerde sağlık çalışanları ve yöneticiler arasında, asıl işlevlerinin tedavi edici hizmetler olduğu gibi yanlış bir kanıya sahip olurlar. Halkın büyük bir bölümü de aynı görüştedir. Onlar da sağlık hizmetleri denildiğinde, tedavi kuruluşlarını, özellikle, hastaneleri düşünürler. En basit yakınmalarında dahi, hastanelere başvurmayı doğal sayarlar. 1950’li yıllarda bu algılama en üst düzeydeydi. Gerek sağlık çalışanları ve yöneticiler gerekse halk arasında sağlık hizmetleri ile tedavi hizmetleri eşanlama geliyordu, koruyucu hizmetler ve birinci basamak hizmetleri göz ardı ediliyordu.

5. Kırsal bölgelerin ihmal edilmişliği: Özellikle kırsal yerlerdeki halk, sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamıyordu. Kırsal bölgelerde az sayıda bulunan hekimler uzmanlaşmak üzere kentlerdeki hastanelere yönelmişlerdi. Hizmetlerin sunuluşunda, kentlerde yaşayanların lehine bir adaletsizlik söz konusuydu.

6. İyi işletilemeyen hükümet tabipliği: Hükümet tabiplikleri geliştirilememişti. Siyasi bölünmeye paralel olarak örgütlenmiş olan bu model, koruyucu hizmetleri gerektiği gibi yürütemiyordu. Buralarda, sağlık ekibi kavramı yerleştirilememişti. Zaman içinde, hükümet tabiplerinin hemen bütün işlevleri adli hekimlik ve bazı aşıların okullarda yapılmasına indirgenmişti. Zamanlarının büyük bölümünü, resmi yazışmalara, bürokratik işlemlere ayırır olmuşlardı.

7. Pahalı sağlık hizmeti: Hastane hizmetleri pahalıydı ve hastalar, kentlerdeki hastanelere erişebilmek için uzun yolculuklar ve harcamalar yapmak zorunda kalıyorlardı. Gelmeleri geciktiği için, hastalıklarının tanısı ve tedavisi de gecikiyordu. Kısaca, zaten sayıları az olan hastaneler pahalı ve verimsiz çalışmaktaydılar.

8. Koruyucu hizmetlerde verimsizlik: Bütün bu olumsuzluklar içinde başta aşılama hizmetleri, gebelerin ve çocukların izlenmesi, doğumların sağlık personeli tarafından yaptırılması, gıda kontrolü gibi koruyucu hizmetler verimsizdi.

9. Nüfus politikasındaki uygunsuzluk: Doğum kontrolu ve kürtaj uygulamalarının yasak oluşu özellikle kadınların ve çocukların sağlıklarını olumsuz olarak etkiliyordu.

10. Toplumun sağlık düzeyinin düşüklüğü: Bütün bu olumsuzluklar sonucunda toplumun sağlık düzeyi uygar toplumların çok gerisindeydi. Bebek ölüm hızının o dönemlerde binde 250 dolayında olduğu, doğumda beklenen yaşam süresinin 50 – 55 yıl kadar olduğu tahmin ediliyordu. Bu manzara, çağdaş sağlık örgütlenmesi ilkelerine uymuyordu. Bu modelle, halkın sağlık düzeyini daha yükseltmek mümkün görünmüyordu. İşte, Milli Birlik Komitesinin bütün bakanlıkların (bu arada Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının) yeniden örgütlenmesi direktifini vermesi bu durumun düzeltilmesi için bir fırsat oldu. Kuşkusuz, o sırada Bakanlık Müsteşarının Dr. Nusret Fişek olması ülkemiz için bir şanstı.

“Sosyalleştirme, yani sağlık hizmetlerinin toplumsallaştırılması, toplum için var edilmesi, aynı zamanda hizmetlerin toplumla birlikte planlanıp yürütülmesi ilkeleri 224 sayılı yasanın en belirgin özelliğidir”

1961 Anayasası ve Sosyalleştirme Terimi

Milli Birlik Komitesinin gerçekleştirdiği en önemli iş 1961 yılında yeni bir Anayasanın çıkartılmasıdır. Bu Anayasanın temel niteliği insan haklarını öncelikleyen, insanı merkeze alan, ‘vatandaş dostu’ olmasıdır. O nedenle 1961 Anayasası ‘sosyal hukuk devleti’ (Madde 2) ilkesinin temel alındığı bir metindir ve devleti insan haklarını kollamakla görevlendirmiştir (Madde 10); bu haklardan birisi de ‘sağlıklı yaşama hakkı’dır (Madde 49). Yani, 1961 Anayasası devletin toplum için var olduğunu, sosyal yaşamı korumanın, kollamanın ve geliştirmenin Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel görevi olduğunu tanımlar. İşte, bu Anayasanın ülkeye getirdiği anlayışa uygun olarak 1961 yılında kabul edilen yasanın adının da sosyalleştirilmiş sağlık hizmetleri olması çok doğal bir sonuçtur. Sosyalleştirme, yani sağlık hizmetlerinin toplumsallaştırılması, toplum için var edilmesi, aynı zamanda hizmetlerin toplumla birlikte planlanıp yürütülmesi ilkeleri 224 sayılı yasanın en belirgin özelliğidir.

Sosyalleştirme Modelinin Ülkeye Yayılması

224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun, 5 Ocak 1961 günü, Milli Birlik Komitesi tarafından kabul edildi ve yasalaştı. Aynı gün gece yarısı, askeri hükümet bir yasa daha kabul ettikten sonra görevi sivil hükümete devretti. 1961 yılında yasası kabul edilen ve 1963 yılında Muş ilinde başlatıldı. Aslında kanunda bu yeni sistemin 15 yıl içinde bütün ülkeye yayılacağı hükmü vardı. Bu olmayınca, süre 5 yıl daha uzatıldı. Böylece, yeni sistemin 1981 yılına kadar ülkeye yayılması gerekirdi. Bu da olamadı, üstelik kanunun süresinin uzatılması bir yılı aşkın bir süre ihmal edildi. Kanun 1982 yılında bir 5 yıl daha uzatılmak zorunda kalındı ve sosyalleştirme modelinin ülkeye yayılması kanunun çıkmasından 22 yıl sonra, 1983 yılında (1 Ocak 1984 itibariyle) gerçekleştirilebildi.

Sosyalleştirmenin İlkeleri

Söz konusu kanun, yalnızca sağlık hizmetlerini örgütleyen bir kanun değildir. Bu kanun, Türkiye’deki sağlık hizmetlerinin genelini düzenleyen bir ilkeler kanunudur. Bu kanunda yer alan ilkelerin hemen hepsi, kabulünden 17 yıl sonra, 1978 yılında Alma-Ata’da toplanan Temel Sağlık Hizmetleri Konferansında bütün ülkeler tarafından benimsenmiştir. Kanunda yer alan ilkeler şunlardır:

1. Eşit ve sürekli hizmet: Sağlık hizmeti almak bir insan hakkıdır. Dolayısıyla, herkese, her zaman ve her yerde verilmelidir. Bu ilkenin gereği olarak sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi uygulaması içinde, halkın yaşadığı en uç noktadaki köy ve mezralara kadar ulaşabilecek bir hizmet ağı kurulması öngörülmüştür.

2. Nüfusa göre hizmet: Önceki örgütlenme modelinde (hükümet tabipliği) ilçe kriteri esas alınmıştı. Oysa sosyalleştirilmiş sağlık hizmetleri nüfus kriterine göre örgütlenmiştir. Yasaya göre, her 5-10.000 kişi için bir sağlık ocağı, bölgedeki köylerde ya da mahallelerde ise yaklaşık her 2.500 kişi için bir sağlık evi kurulacaktır.

3. Bölge tabanlı hizmet: Sağlık ocakları tanımlanmış (sınırları belirlenmiş) bölgede yaşayan halkın sağlığından sorumludur. Bir başka deyişle, sağlık ocağı hekimi ve diğer çalışanlar, yalnızca kendilerine başvuran kişilere bakmakla kalmayacak, bölgedeki halkın sağlık düzeyinin geliştirilmesi için programlar geliştirecek hem sağlıklı hem de hasta olan herkese sağlık hizmeti vereceklerdir.

4. Ekip hizmeti: Sağlık hizmetleri hiçbir meslek grubunun tek başına verebileceği hizmetler değildir. Bu hizmetler, ancak bir ekip tarafından yürütülebilir. Ekip, bilgileri, becerileri, yetkileri ve sorumlulukları yönünden birbirlerini tamamlayarak, aynı amaç için birlikte çalışan farklı meslek mensupları olarak tanımlanabilir.

5. Tam gün çalışma: Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi modelinde personel tam gün esasına göre çalışacak, bunun karşılığında bazı ek ücretler alacaktı. Ancak, vatandaşlar isterlerse serbest çalışan hekimlerden de hizmet alabileceklerdi.

6. Entegre hizmet: Koruyucu ve iyileştirici bütün hizmetler aynı birim tarafından (sağlık ocağı) verilir. Bu tür hizmete entegre (birleştirilmiş) hizmet denir.

7. Kademeli hizmet: Sağlık ocakları hastanelerin önünde birer filtre ya da triyaj görevi görecektir. Sosyalleştirmenin belki de en önemli ilkesi hasta sevk zinciridir.

8. Hizmet içi eğitim: Sağlık ocaklarının bulunduğu bölgedeki hastanenin uzmanları bir program çerçevesinde haftanın belirli günlerinde sağlık ocaklarını ziyaret ederek ocak tabibi ile hasta muayene ederler. Bunun amacı ocak hekiminin sürekli eğitimine katkı vermektir.

9. Katılımlı hizmet: Halk, sağlık hizmetlerini benimser ve ona sahip çıkarsa, başarı artar. Bu nedenle, hizmetlerin planlanması ve uygulanması aşamalarında o hizmetleri alacak kişilerle ilişki kurmak ve onları karar mekanizmasına katmak esastır. Sosyalleştirilmiş sağlık hizmetleri modeli içinde bu işlemin her sağlık ocağında kurulması gereken sağlık ocağı sağlık kurulu aracılığı ile yapılması bir yönetmelikle belirlenmiştir. Bu kurulda toplum liderleri olan muhtarlar, imamlar, okul müdürleri, belediye başkanları vardır. Kurulun 3 ayda bir toplanıp bölgedeki sağlık hizmetleri hakkında kararlar alması beklenir. Ancak, bu sistemin düzgün bir şekilde çalıştırılamaması kaçırılmış bir fırsattır.

10. Kamusal finansman: Yasaya göre sağlık ocaklarındaki hizmetler devlet bütçesi tarafından finanse edilecektir ve ücretsizdir. Bazı hayat kurtarıcı ilaçlar da ücretsizdir (bebekler için antibiyotikler dahil). Eğer, hastalar sağlık ocaklarından hastaneye sevk edilirse, hastane hizmetleri de ücretsiz verilecektir. Ama, hastalar sağlık ocaklarından sevk edilmeden doğrudan hastanelere başvurduklarında hastane giderlerini ödemek durumunda olacaklardı. (Not: Aslında Dr. Fişek, prime dayalı bir sigorta modelini de alternatif olarak sunmuş, fakat Maliye Bakanlığı bu öneriyi kabul etmemiştir.)

11. Tek elden yönetim: Yasaya göre parçalı bir görünüm içinde olan bütün sağlık kuruluşları tek elden (Sağlık Bakanlığı) planlanacak, işletilecek ve denetlenecekti. Ancak, bu ilkenin uygulanması gecikmeli olarak 2005 yılında sağlanabildi.

12. İl içinde bütünlük: Kanuna göre illerde ilçe sınırları dikkate alınmadan sağlık grup başkanlıkları kurulacak ve sağlık ocakları idari yönden buralara bağlı olacaktı. Böylece sosyalleştirilen yerlerde il idaresi kanunu uyarınca sağlık hizmetlerinden sorumlu olan kaymakamlar devre dışı kalacak, il içindeki sağlık kuruluşları il sağlık müdürlüğüne ve dolayısıyla il valisine karşı sorumlu olacaklardı.

“Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi uygulamalarının başladığı yıllarda bebek ölüm hızı binde 208 gibi çok yüksek düzeydeydi, ana ölüm hızı yüz binde 250, toplam doğurganlık hızı 6.1 idi. Bu hızlar 2008 yılında sırasıyla binde 18, yüz binde 38 ve 2.1’e kadar düşürülmüştü”

Sosyalleştirme Başarılı Oldu Mu?

Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi uygulamalarının çok başarılı olduğu gerek üniversitelerin eğitim ve araştırma bölgelerindeki değerlendirmelerden, gerekse illerdeki çalışmalardan anlaşılmış, toplumun sağlık düzeyinin gelişmesine son derece olumlu katkılar yaptığı çok sayıdaki araştırmayla kanıtlanmıştır. Örneğin, uygulamanın başladığı yıllarda bebek ölüm hızı binde 208 gibi çok yüksek düzeydeydi, ana ölüm hızı yüz binde 250, toplam doğurganlık hızı 6.1 idi. Bu hızlar 2008 yılında sırasıyla binde 18, yüz binde 38 ve 2.1’e kadar düşürülmüştü.

Karşılaşılan Güçlükler

Bu olumlu gelişmelere karşın, bu hizmetlerin, ilk uygulandığı andan itibaren birçok güçlükle karşı karşıya olduğu da bir gerçekti. Bu sorunlardan önde gelenleri şöyle özetlenebilir:

• Yasa tasarısının hızla ve kamuda tartışılmadan kabul edilmiş olması (özellikle finansman konusundaki hükümler),
• Yöneticilerin sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti modelini kavrayamaması (1960’lı yıllarda Sağlık Bakanları bile kanunun iptalini istemişlerdir),
• Sadece sağlık ocaklarını düzenleyen bir yasa olarak algılanması,
• Uygulamanın Doğu Anadolu’dan başlatılması ve uzun süre bu bölge dışında uygulanmaması,
• Muş ili uygulamalarının değerlendirilmemesi,
• Devlet Planlama Teşkilatından gerekli yatırım önceliklerinin sağlanamaması,
• Sosyalleştirilmiş sağlık hizmetleri modeli içinde yer almaması gerektiği halde dikey örgütlenme kuruluşlarının (AÇS –AP merkezi gibi) kaldırılamaması,
• Sağlık ocaklarının teknik altyapısının geliştirilememesi,
• Kent tipi sağlık ocağı modelinin tam olarak geliştirilememesi, (1960 yılında nüfusun %68,1’i kırsalda, % 31,9’u kentlerde yaşamaktaydı)
• Sağlık ocağı hekimlerinin niteliklerinin halk tarafından yetersiz gibi algılanması,
• Sevk zincirinin etkili biçimde işletilememesi,
• Doğrudan hastanelere başvuruları sınırlamaya karşı halkın memnuniyetsizliği,
• Eğitim bölgelerinin yeterince kurulup desteklenememesi,
• Yeterli ve sürekli politik kararlılığın olmaması, politik baskılar,
• Sosyalleştirme terimine duyulan tepki (sosyalizm ile karıştırılması),
• Toplum katılımının sağlanamaması.

Dünya Bankası Kredisi ve Aile Hekimliği Sistemi

Bu iki yolla olabilirdi: (a) mevcut sistemi rehabilite etmek; (b) yeni bir model oluşturmak. Zamanın hükümeti ikinci yolu seçti. Sağlık reformu olarak nitelendirilen bir girişim çerçevesinde 24 Kasım 2004 tarihinde 5258 sayılı Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun kabul edildi. Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde dünyadaki iki faktörün de önemli rol oynadığı söylenebilir:

Sağlık sektörü dünyada, enerji (petrol) ve silah sektörünün ardından en çok paranın döndüğü üçüncü büyük sektördür. Bu gerçekten hareketle, Dünya Bankası, 1978 yılında Sağlık ve Beslenme (Health and Nutrition Department) adı altında bir birim oluşturdu. Bunu izleyen yıllarda Dünya Bankası bütün ülkelerde sağlık hizmetlerini değerlendirme (health sector review) önerisinde bulundu. Birçok ülke Banka tarafından finanse edilen bu değerlendirme araştırmasını yaptı. Bundan sonraki adımda, ülkelerde kongreler düzenlenerek araştırma sonuçları değerlendirildi, ülkedeki sağlık düzeyi ve sorunlar tartışıldı. Ülkelerin hemen hepsinde ciddi sorunlar olduğu saptandı. Bu sorunların çözümü için uzun vadeli ve düşük faizli krediler vermeyi öneren Dünya Bankası, bu kredinin verilebilmesi için iki koşul öne sürdü:

1. Aile hekimliği sisteminin kurulması

2. Sağlık sigortacılığının başlatılması

2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi programına aile hekimliği ve genel sağlık sigortası konularını dahil etti ve sonunda 2004 yılında 5258 sayılı Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun kabul edildi.

Hekim Seçme Özgürlüğü ve Performans Sistemi

2013 yılında hekim seçme özgürlüğü adı altında kişilerin birinci basamaktan sevk edilmeksizin arzu ettikleri hekime ve kuruluşa doğrudan başvurabilecekleri bir uygulama başlatıldı; bu sistem performans uygulamasıyla desteklendi. Böylece, sağlıkta basamaklı sisteme son veridi ve hastane hizmetleri yeniden sağlık hizmetlerinin merkezine alındı.

“Halk sağlığı uzmanları olarak bize düşen sorumluluk mevcut aile hekimliği sistemini bilimsel yöntemlerle değerlendirmek, akılcı öneriler geliştirmek ve gerçekleştirilmeleri için her kademede lobicilik dahil girişimler yapmaktır”

“Günümüzden 60 yıl önceki koşullarla şimdiki koşullar eşit değil. O nedenle, 1960’lı yıllara dönerek sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine yeniden başlamak akılcı olamaz. Ama, sosyalleştirmenin benimsediği ilkeler günümüz koşullarına uyarlanarak gerçekçi ve uygulanabilir bir düzenleme yapılabilir”

Gerçekçi, Evrensel ve Çağdaş İlkeler

Günümüzden 60 yıl önceki koşullarla şimdiki koşullar eşit değil. O nedenle, 1960’lı yıllara dönerek sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine yeniden başlamak akılcı olamaz. Ama, sosyalleştirmenin benimsediği ilkeler günümüz koşullarına uyarlanarak gerçekçi ve uygulanabilir bir düzenleme yapılabilir.

Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine ilişkin ilkeler o kadar gerçekçi, evrensel ve çağdaş ki, bu ilkelerden dönmek hiç de akılcı değil. Günümüzde kısmen de olsa göz ardı edilmiş olan bu ilkelere dönüleceği yönündeki umutlar devam ediyor. Halk sağlığı uzmanları olarak bize düşen sorumluluk mevcut aile hekimliği sistemini bilimsel yöntemlerle değerlendirmek, akılcı öneriler geliştirmek ve gerçekleştirilmeleri için her kademede lobicilik dahil girişimler yapmaktır.”

Sağlıkta 2 Büyük Görev Değişimi

kapak

Temmuz 2024 içerisinde iki önemli görev değişikliği oldu; biri Sağlık Bakanlığında diğeri de en büyük hekim örgütü Türk Tabipleri Birliği (TTB) yönetiminde… Sağlık Bakanı olarak atanan Prof. Dr. Kemal Memişoğlu, Bakanlık görevini 10 Temmuz 2018’den bu yana yürüten Dr. Fahrettin Koca’dan devraldı. Ekim 2016’dan itibaren İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü görevini yürüten Memişoğlu 2 Temmuz 2024 tarihinde Sağlık Bakanı olarak atandı.

TTB 28-30 Haziran 2024 tarihlerinde yapılan 76. Büyük Kongresi’nde seçilen Merkez Konseyi, 6 Temmuz 2024 tarihinde ilk toplantısını düzenledi ve görev dağılımını yaptı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap TTB’nin Merkez Konseyi Başkanı olarak göreve getirildi.

TTB’nin Çözüm Önerileri

TTB Merkez Konseyi Önceki Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı Kongrede yaptığı konuşmada, sağlık sistemindeki çözüm önerilerini şöyle sıraladı:

“Çözüm basittir: 2002 yılından itibaren uygulamaya konulan Sağlıkta Dönüşüm Projesinden vazgeçmek, basamak sistemine geçmek, koruyucu sağlık hizmetlerini ve birinci basamağı güçlendirmek, yeni ve etkili bir şiddet yasası ve malpraktis yasası çıkarmak, hekimlerin ekonomik ve özlük haklarını iyileştirmek, çalışma koşullarımızı düzeltmek ve ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal kriz halinden bir an önce çıkmak için demokrasi, hak, hukuk ve adaleti geri tesis edip beyin göçünü engelleyerek tersine beyin göçü yaratmaktır.”

Eğitim Turizmi (!)

Bu sayıda yer alan ilginç bir tespit, TTB tarafından yayımlanan Üniversite Sempozyumunun sonuç bildirgesinde dikkat çekti. Eğitim Turizminden bahsedilen Bildirgede şu ifadelere yer verildi:

“Ülke genelinde doktora öğrenci sayısında, Ar-Ge proje sayısı ile proje bütçelerinde ve uluslararası yayın iş birliğinde yıllar içerisinde beklenen iyileşmenin aksine bazı vakıf üniversiteleri başta olmak üzere genel olarak kötüleşmenin yaşandığı görülmektedir. Bu sorunlara karşılık hem vakıf hem de bazı devlet üniversitelerinde sertifikasyon programı ve uluslararası öğrenci sayısında adeta bir patlamanın yaşandığı görülmektedir. Bu ilginç paradoks, sertifikasyon programları ve uluslararası öğrenci sayısındaki artışı yaratan temel motivasyonunun, niteliği göz ardı eden bir çeşit eğitim turizmi olabileceğini düşündürmektedir.”

60’lardan Günümüze Sağlık Sisteminin Kilometre Taşları

Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) Derneğinin yayımladığı Kongre kitabında, ders niteliğinde bir makale yer alıyor. Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zafer Öztek’in bugüne ışık tutan ve sağlık sisteminin kilometre taşlarının örüntülerini tek tek anlattığı “Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüzüncü Yılında Sosyalleştirmenin Yeri” adlı makalesi hepimiz için kılavuz niteliği taşımakta.

Doç. Dr. Nusret Fişek önderliğinde hazırlanan ve 1961 yılında kabul edilen 224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkındaki Kanun; Türkiye’deki sağlık hizmetlerinin genelini düzenliyor. Kamusal finansmanın sağlandığı eşit ve sürekli, nüfusa göre, bölge tabanlı ekip hizmetini benimsiyor. Tam gün çalışma, entegre, kademeli, katılımlı hizmet gibi uygulamaların yer aldığı bu ilkeler kanunu, kabulünden 17 yıl sonra, 1978 yılında Alma-Ata’da toplanan Temel Sağlık Hizmetleri Konferansında benimsenmesine rağmen pratikte tam anlamıyla hayata geçirilememiş maalesef.

Umudumuz Var

Prof. Dr. Zafer Öztek söz konusu düzenlemenin günümüz için uyarlanabileceğini belirterek şu tespitlerde bulunuyor:

“Günümüzden 60 yıl önceki koşullarla şimdiki koşullar eşit değil. O nedenle, 1960’lı yıllara dönerek sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine yeniden başlamak akılcı olamaz. Ama, sosyalleştirmenin benimsediği ilkeler günümüz koşullarına uyarlanarak gerçekçi ve uygulanabilir bir düzenleme yapılabilir.”

30. sayımızı okumak için tıklayınız.

Maymun Çiçeği (Mpox) Hastalığı Nedir?

mpox m cicecgi

TTB, Maymun çiçeği (Mpox) hastalığı ile yayımladığı bilgi notunda şunları kaydetti:

Maymun çiçeği (Mpox) hastalığı bir gün önce Afrika Hastalık Önleme Merkezleri tarafından, dün itibariyle de Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yeniden “Uluslararası Önemde Halk Sağlığı Acil Durumu-UHSAD” ilan edildi.

Afrika’dan başlayarak dünya geneline yayılan vakalar nedeniyle Temmuz 2022’de DSÖ tarafından UHSAD ilan edilmiş, daha sonra olguların azalması ve hastalığın klinik seyrinde değişiklik olmaması gerekçesiyle Mayıs 2023’te UHSAD uyarısı kaldırılmıştı. UHSAD olmasa da aradan geçen süre içinde olgular özellikle Afrika’da artmaya devam etti. Virüsün daha bulaşıcı ve nispeten ağır hastalık yapan bir alt tipi (Clade1b) yaygınlık kazanarak Afrika’da çocuklar başta olmak üzere çok sayıda kişide hastalık yapmaya başladı.

Uluslararası sağlık otoriteleri, Afrika’da tanı ve takip olanaklarının sınırlılığı nedeniyle tanı alan vakaların gerçekte olanların çok az bir kısmını oluşturduğu, hastalığın çok daha yaygın olduğu endişesi taşıyor. Yeni UHSAD ilanı ile paylaşılan bilgilerden gördüğümüz gibi, gerek dünya gerekse ülkemiz sağlık otoriteleri hastalıkla ilgili gerekli izlem ve önleme çalışmalarını gerçekleştirmemiş durumda. Bu nedenle sorunun boyutları konusunda yeterli bilgiden mahrumuz.

Neler Oluyor?
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 14 Ağustos 2024 tarihi itibariyle Mpox (eski adıyla maymun çiçeği) salgınını uluslararası öneme sahip bir halk sağlığı acil durumu (public health emergency of international concern-PHEIC) olarak ilan etti. DSÖ tarafından yapılan açıklamada; sadece 2024 yılı içinde görülen olgu sayısının 15 bin 600, ölen hasta sayısının 537 olduğu bildirildi (1). Bu açıklamadan bir gün önce kıtasal düzeyde ilan edilen uluslararası öneme sahip bir halk sağlığı acil durumu yeni açıklamayla “küresel” düzeye yükseltildi (2).
Daha önceki salgından etkilenmemiş Burundi, Kenya, Ruanda ve Uganda gibi en az 13 Afrika ülkesinde Mpox salgınları bildirilmiştir. Olguların çoğu Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde görülmüştür. Kıta genelinde şüpheli olgu sayısı hızla artmakta olup; 2022’deki 7.146 olgu ve 2023’te 14.957 olgu saptanmışken, 2024 yılı ağustos ayı itibariyle olgu sayısının 17 bine ulaştığı aktarılmıştır. Afrika’da tanı testlerinin kısıtlılığı, tıbbi izlemlerin yetersizliği göz önünde bulundurulduğunda bu sayıların buzdağının sadece görünen kısmı olduğu vurgulanmaktadır (2).

DSÖ’nün 12 Ağustos 2024 tarihinde Mpox’a ilişkin yayımladığı güncel durum raporunda 1 Ocak 2022 ve 30 Haziran 2024 tarihleri arasında 116 ülkede yaklaşık 100 bin (99 bin 176) olgunun ve 208 ölümün görüldüğü belirtilmiştir. Olguların %96’sı Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde görülmektedir (3). Durum raporlarında laboratuvarda tanı testleri ile doğrulanmış olguların bildirildiği, mevcut olgu sayılarının tamamını yansıtmayacağı vurgulanmaktadır.
Sağlık Bakanlığı tarafından ülkemizdeki olgu sayısı hakkında bilgi verilmemiştir. Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) verilerine göre, ülkemizde 12 olgu tanımlanmıştır.
2022 yılında başlayan salgın, virüsün “clade 2b” olarak tanımlanan alt tipi ile yayılmışken, 2023 yılı Eylül ayından itibaren daha ağır seyirli olan “clade 1” alt tipinin arttığı kaydedilmiştir (4). Etkili bir tedavisi olmayan Mpox hastalığından korunmak için gereken aşıların temini konusunda, Afrika’da yaşanan sıkıntılar nedeniyle hastalığın hızla yayılmaya devam edilmesinden endişe edilmektedir. Milyon dozlarla ifade edilen aşı gereksinimine karşın Afrika’da halen bir aşılama programı başlatılamamıştır. Aşının mevcut olduğu ülkelerden Afrika’ya aşı ulaştırılması ve Mpox aşısının risk altındaki kişilere uygulanabilmesi için hazırlıkların yürütüldüğü bildirilmektedir (1, 5).

Nereden Çıktı?
Maymun çiçeği hastalığı, ilk olarak maymunlarda 1958’de saptanmış ve cilt bulguları çiçek hastalığına benzediğinden “maymun çiçeği” olarak adlandırılmıştır. İnsanlarda ilk olgu 1970 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde (Eski adı Zaire) görülmüştür.
DSÖ, 2022 yılında bu hastalığın küresel yayılımı sırasında, toplumdaki damgalanmayı ve ayrımcılığı azaltmak için yeni bir isimlendirme ihtiyacı duymuştur. “Mpox” ismi ile hastalığın ciddiyetine ve küresel sağlık riskine vurgu yaparken, aynı zamanda hastalıkla ilgili yanlış anlaşılmaların önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Mpox virüsü, çiçek virüsüne akraba bir DNA virüsüdür. Virüs, çiçek hastalığına benzeyen ancak daha hafif seyirli bir enfeksiyona neden olmaktadır. Orta ve Batı Afrika’da iki farklı genetik alt tipin hastalık yaptığı bilinmektedir. Batı Afrika alt tipi (clade 2), Orta Afrika (Kongo Havzası) alt tipine (clade 1) oranla daha hafif seyirli hastalık yapmaktadır. 2022’de dünya genelinde büyük bir salgına yol açan alt tip 2’dir. 2024 yılında sayısı hızla artan olgularda ise alt tip 1b saptanmaktadır. Afrika’da halen 1, 1b ve 2b alt tipleri ile yayılım devam etmektedir (3).

Nasıl Bulaşır?
Adında “maymun” geçmekle birlikte maymunlardan daha çok sincap, sıçan, fare gibi kemirgenlerde bulunan ve onlardan insana geçen bir hastalıktır. Günümüzdeki görülen salgınlardaki bulaşma yolu insandan insanadır.
Yakın fiziksel temas: Mpox, enfekte bir kişiyle doğrudan cilt teması yoluyla yayılabilir. Özellikle enfekte kişinin deri lezyonları, ciltteki yaralar veya kabuklar ile temas risklidir. Mpox ayrıca enfekte bir kişinin vücut sıvılarıyla temas yoluyla da bulaşabilir.
Solunum yoluyla bulaşma: Uzun süreli yüz yüze temas esnasında, enfekte bir kişinin solunum salgıları (örneğin öksürük veya hapşırık yoluyla yayılan damlacıklar) yoluyla da bulaşma riski vardır. Ancak, bu yol genellikle daha uzun süreli ve yakın temas gerektirir.
Kontamine yüzeyler: Mpox virüsü, enfekte kişinin dokunduğu veya vücut sıvılarının bulaştığı yüzeylere temas yoluyla da bulaşabilir. Bu tür yüzeylerle temas ettikten sonra ellerin yıkanmadan yüze, ağza, buruna veya göze temas ettirilmesi virüsün bulaşmasına neden olabilir.
Anneden bebeğe: Mpox virüsü, enfekte bir anneden doğum sırasında bebeğe geçebilir. Ayrıca, hamilelik sırasında plasenta yoluyla da bebeğe bulaşma riski vardır.
Cinsel temas: Mpox, cinsel temas sırasında da bulaşabilir. Cinsel ilişki esnasında vücut sıvılarının ve cilt lezyonlarının teması, virüsün bulaşma riskini artırır.

Hastalığın Belirti ve Bulguları Nelerdir?
Maymun çiçeği hastalığı, ateş, baş ağrısı, yorgunluk, yaygın vücut ağrıları, lenf bezlerinde şişlik ve cilt lezyonlarına (döküntülere) neden olur. Yakınmalar, virüs ile temas ettikten sonra ortalama 1-2 hafta (5-21 gün) sonra ortaya çıkar.
Hastalığı ilk 5 gününde ateş, şiddetli baş ağrısı, lenf bezlerinde şişme, sırt ağrısı ve aşırı halsizlik görülür. Bu belirti ve bulguların çoğu birçok hastalıkta görülebilir ancak lenf bezi şişliğinin olması özellikle çiçek, su çiçeği ve kızamıktan ayırmada önemlidir.
Ciltteki döküntüler, ateş başladıktan sonra 1-3 gün içinde ortaya çıkar; gövdeden çok yüzde, kollarda ve bacaklarda görülür. Avuç içi ve ayak tabaklarında, ağız içinde, genital bölgede ve gözlerde lezyon saptanabilir. Lezyon sayısı değişkendir; az sayıda veya çok fazla sayıda olabilir. Lezyonlar, düz bir kızarıklık şeklinde başlayıp (makül), deriden kabarık hale gelir (papül); ardından içleri berrak sıvı ile dolarak “vezikül” görünümü alırlar. Veziküllerin içindeki berrak sıvı sarımsı renkte bir sıvıya döner ve “püstüller” oluşur. Püstüller, kabuk bağlar ve kabukların düşmesiyle lezyonlar ortadan kalkar. Bu süreç, genellikle 2-4 hafta sürer ve kendiliğinden iyileşir. Bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde hastalık ağır seyredebilir (6).

Hastalığın Tanısı Nasıl Konur?
Hastalığın tanınabilmesi için öncelikle akla gelmesi önemlidir. Hastalık belirtileri gösteren kişilerin son bir ay içinde riskli bölgelere seyahat edip etmedikleri ya da benzer belirtileri olan
birileri ile yakın temasları olup olmadığı sorgulanmalıdır. Maymun çiçeği hastalığından şüphe edildiği durumlarda lezyonlardan uygun şekilde elde edilmiş ve gerekli güvenlik önlemleri alınarak paketlenmiş örneklerin ilgili laboratuvara gönderilmesi gereklidir. Tahmin edileceği gibi bu test, rutin laboratuvarlarda yapılamaz ancak gerekli malzemenin, personelin olduğu biyogüvenlik düzeyi 2 laboratuvarlarda yapılabilir. Günümüzde tanı, PCR (polimeraz zincir reaksiyonu) ile virüse ait DNA’nın örneklerde gösterilmesine dayanmaktadır.
Maymun çiçeği hastalığının tanısını kan örneklerinden koymak çok olanaklı değildir. Virüs, kanda çok kısa süre kaldığından PCR ile saptamak genellikle mümkün olmaz. Antijen ve antikor testleri de daha önce uygulanan çiçek aşısı vb. nedenlerle her zaman doğru sonuç vermez (6).

Tedavisi ve Aşısı Var Mıdır?
Mpox hastalığı için yaygın kullanılan bir ilaç yoktur. Şimdiye kadar görülen olgular, sidofovir, brinsidofovir, tekovirimat (ST-246) isimli antiviral ilaçlar ve çiçek immünoglobulini uygulanarak kontrol altına alınmıştır. Tekovirimat isimli ilaç, hayvan ve insan çalışmalarından sonra 2022’de Avrupa İlaç Ajansı (EMA-European Medicine Agency) ve ABD FDA tarafından onaylanmıştır ancak dünyada yaygın olarak bulunmamaktadır.
ABD’de maymun çiçeği hastalığı için kullanılmak üzere 2019 yılında FDA tarafından onaylanmış JYNNEOSTM (Imvamune ve Imvanex adları ile de bilinmektedir) isimli aşı bulunmaktadır. Bu zayıflatılmış (atenüe) aşı, çiçek ve maymun çiçeğine karşı etkili olup içinde Modifiye Vaccinia Virus Ankara suşu bulunmaktadır. Bu suş, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü Aşı Laboratuvarları’nda, büyük olasılıkla at çiçeği virüsünün seri pasajlarıyla çiçek aşısı suşu olarak geliştirilmiş Vaccinia Ankara suşunun, daha sonra Münih Üniversitesi’ndeki araştırıcılar tarafından daha güvenilir bir aşı sağlamak amacıyla tavuk fibroblast doku kültürlerinde yeniden seri pasajlanmasıyla elde edilmiştir. Laboratuvarda bu tür virüslerle çalışanlara ve salgın durumunda temas edenlerde kullanılmak üzere kısıtlı sayıda mevcut olduğu bilinmektedir. Aşı temastan sonra da uygulanabilmektedir (6).

Kaynaklar

  1. https://www.who.int/news/item/14-08-2024-who-director-general-declares-mpox-outbreak-a-public-health-emergency-of-international-concern
  2. https://africacdc.org/news-item/speech-of-the-director-general-africa-cdc-on-the-declaration-of-mpox-as-a-public-health-emergency-of-continental-security-phecs/
  3. https://www.who.int/emergencies/situation-reports
  4. https://www.who.int/director-general/speeches/detail/who-director-general-s-opening-remarks-at-the-media-briefing—7-august-2024
  5. https://health.ec.europa.eu/latest-updates/mpox-hera-donate-over-215000-vaccine-doses-africa-cdc-amid-urgent-outbreak-2024-08-14_en
  6. https://www.klimik.org.tr/2022/05/21/maymun-cicegi-hastaligi-hakkinda-sik-sorulan-sorular/

Bakanlık, Bütçesinin Yüzde 11’ini 12 Şehir Hastanesine Ayırıyor

hospital ttb

“12 şehir hastanesinin kira ve hizmet giderleri Sağlık Bakanlığı bütçesinin %11,4’ünü götürmektedir. Başta planlandığı gibi 31 şehir hastanesi yapılmış olsaydı Sağlık Bakanlığı bütçesinin yaklaşık %50’si buna ayrılmak zorunda kalacaktı”

Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve tabip odaları; iki dakikada bir randevu uygulamaları, Sağlık Bakanı tarafından randevu sistemindeki sorunlara çözüm iddiasıyla duyurulan yeni sistem ve bakanın sağlık politikalarına ilişkin açıklamaları ile ilgili değerlendirmelerini 16 Mayıs 2024 günü çevrimiçi düzenlediği bir basın toplantısı ile paylaştı.

Toplantıda ilk olarak TTB Merkez Konseyi II. Başkanı Dr. Ali İhsan Ökten tarafından yapılan açıklamada özellikle randevu sistemindeki yapısal sorunlara dikkat çekilirken; Onaylı Randevu Sistemi’nin çözüm üretmekten çok, yeni sorunlara kapı araladığı belirtildi. Açıklamada ayrıca sağlıkta şiddet ve Beyaz Kod verileri, aşı ve aşı karşıtlığı, tıp eğitimi ve asistan eğitimi, şehir hastaneleri, kamu hastaneleri, aile hekimliği ve iyi hal belgeleri başlıklarında bakanın yaptığı açıklamalara da tek tek yanıt verildi.

Basın açıklamasının okunmasının ardından İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Aydın, Mersin, Eskişehir-Bilecik, Batman, Tekirdağ ve Bartın tabip odalarının yöneticileri ve temsilcileri kısa sözler alarak bulundukları illerde yaşadıkları deneyimleri, mevcut randevu sisteminden kaynaklanan sorunları ve yeni randevu sistemiyle doğması olası sorunlar hakkındaki değerlendirmelerini aktardı. Randevu yoğunluğunun hem hekim-hasta hem de hasta-hasta ilişkisine zarar vererek sağlık ortamındaki şiddeti tırmandırdığına dikkat çekilen konuşmalarda, hekimler üzerindeki iş yükünün de her yeni uygulamada daha da arttığı ifade edildi. Sağlık alanındaki çöküşün doğrudan Sağlıkta Dönüşüm Programı ve kışkırtılmış sağlık hizmeti talebine bağlı yaşandığının altı çizilen konuşmalarda; çözümün ise koruyucu sağlık sisteminin öncelenmesinden, basamaklandırılmış sağlık sisteminden, güçlü ve bölge tabanlı birinci basamak sağlık hizmetinden geçtiği kaydedildi.

TTB Merkez Konseyi II. Başkanı Dr. Ali İhsan Ökten tarafından okunan basın açıklaması metni şöyle:

İki Dakikada Bir Randevuyla Sağlık; Yanlış Politikalarla Çözüm Olmaz

2003 yılında uygulamaya konulan “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” artık sağlık hizmetlerini çökme noktasına getirmiş hem sağlık hizmeti alanlar için hem de sağlık hizmeti sunanlar için gelinen durum artık tam bir sağlıksızlık haline dönüşmüştür.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın 9 Mayıs 2024 tarihinde “Ulusal Sağlık Değerlendirme ve Koordinasyon Toplantısı”nda yaptığı açıklamasında önerdiği çözümler hem sağlık hizmeti sunanlar açısından hem de sağlık hizmeti alanlar açısından var olan sorunları çözmekten oldukça uzak çözüm önerileridir. Aynı zamanda bu sağlık sistemi de böyle giderse, var olan sorunları da artıracaktır.

Randevu Sistemi Sorunları

Hasta muayene sistemi olan Merkezi Hekim Randevu Sistemi’nden (MHRS) aylar sonraya verilen muayene, tetkik ve ameliyat randevuları artık ciddi bir halk sağlığı sorunu haline gelmiştir. Sağlık Bakanı’nın bu sorunu randevusuna gelmeyen hastalara yüklemesi gerçekçi değildir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre 2023 yılında poliklinik sayısı 850 milyon, acile başvuru sayısı 150 milyon olarak açıklanmıştır. Poliklinik sayıları açısından bakıldığında bir kişinin bir yılda hekim veya bir sağlık birimine başvuru oranı 10 olarak belirtilmiştir. Bu, OECD ülkeleri arasında en yüksek oranlardan biridir. Acil servise başvuru oranlarına baktığımızda dünyada nüfusundan daha fazla acile başvuran ülke yoktur. Yani hekime veya sağlık birimine başvuru oranında OECD ülkeleri arasında en üst sıralarda, acile başvuru oranında ise dünya birincisiyiz.

Sağlık Bakanlığı Fahrettin Koca, yaptığı açıklamada “Birkaç örnek vermek istiyorum. Geçen yıl, 23 milyon kişi aldığı randevulardan en az birine gelmedi. Nüfusun yaklaşık dörtte biri demek. Gelinmeyen toplam randevu sayısı 81 milyon. Üç-dört kala iptal edilen randevu sayısı ise 21 milyon. Bu gibi sebeplerle randevu kapasitesinin %30’u kullanılamadı” demiştir. Sistemin tıkanmasına neden olan randevusuna gelmeyen hastalar değildir. 850 milyon poliklinik sayısı olan bir ülkede, 81 milyon gelinmeyen randevunun randevu sistemindeki tıkanıklığın baş sorumlusu olmadığı açıktır. Ayrıca randevusuna gelmeyen hastaların bir bölümü de randevusuz şekilde hizmet almaktadır. Burada Sağlık Bakanı daha önce pandemi ve depremde olduğu gibi verilerle oynayarak hakikati çarptırma yoluna gitmektedir.

Sağlık Bakanı randevuya gelmeyen hasta oranını azaltmak için Onaylı Randevu Sistemi’ne geçileceğini belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ertesi gün randevusu olan her hastamız, akşam saat 20.00’a kadar randevusuna onay verecek veya gelemeyeceğini bildirecek. Bu sisteme Onaylı Randevu Sistemi, MHRS’de başlatılan bu yeni döneme de Onaylı Randevu Dönemi diyoruz. Yeni dönemde ayrıcalıklı iki hasta grubumuz var, 65 yaş üstü hastalarla kanser hastaları. Bu gruptaki hastalar, onay işlemlerinden istisnadır. Onaylı Randevu Sistemi, hastanelerimize, hekimlerimize zamanı verimli kullanma imkanı sağlayacak. Boş kalan her bir randevuda, sistemden randevu alamayıp, talep bırakmış hastalarımıza ulaşacağız. Öncelik, talep bırakan hastalarda olacak. Onaylı Randevu Sistemi sayesinde, öngörümüze göre, birçok branşta hastamızın talebine 24 saat içinde cevap verebiliyor olacağız.”

Randevularda algı yaratma konusunda Sağlık Bakanı’nın yaptığı açıklamada; “Bizim uygulamamız 10 dakikaydı. Biz ortalama her hekim arkadaşımıza özellikle dahili kliniklerde 42 randevulu hasta açıyoruz. Dolayısıyla 10 dakika. Bahsettiğiniz iki dakika uygulaması söz konusu değil. Anlık bilgi işlemde, dijital ortamda güncellemeyle birlikte düşen bir iki dakika aralıklı bir görüntü servis edilerek adeta bir iki dakikada hasta muayene ediliyormuş algısı oluşturuldu. İlgili hastane açıklamayı yaptığı halde bunlar söylenmeye devam edildi. Böyle bir uygulama söz konusu değil. Yani 10 dakika.”

Sağlık Bakanı yaptığı açıklamada randevulu ve randevusuz hasta bakılma oranlarının yaklaşık aynı olduğunu belirtmiştir. Bu durumda Sağlık Bakanı TTB’nin uzun süredir söylediği “5 dakikada sağlık olmaz”, “5 dakikada muayene yapılmaz” söylemimizi doğrulamaktadır. 10 dakikada verilen randevular arasında randevusuz gelenlere bakıldığında 3-5 dakikada bir hasta bakıldığı gerçeği ile karşı karşıya gelmekteyiz. Burada algı yaratan TTB ve tabip odaları değil gerçekleri ifade etmeyen Sağlık Bakanlığı’dır. 2-3 dakikaya bir hasta bakılmasına olan tepkimiz sayesinde ilgili hastane ve Sağlık Bakanlığı açıklama yapmak zorunda kalmıştır.

TTB olarak uzun süredir belirttiğimiz sadece poliklinik randevularında değil, tetkikler için verilen randevu sürelerinin çok daha uzun olduğunu belirttiğimiz halde Sağlık Bakanlığı bunu hiç gündemine almamıştı. Bakan yaptığı açıklamada bu konuya da değinerek şunları açıklamak zorunda kalmıştır; “Nasıl muayenede onam sistemi devreye giriyor ise benzer şekilde MR, tomografi, ultrason, ameliyat ve benzeri uygulamalar için de bir gün önce onam devreye alınacak. Biz bazen verdiğimiz randevularda MR veya tomografi veya ultrasonda gelmeme oranının daha yüksek olduğunu görüyoruz.”

Sağlık Bakanı’nın randevular konusunda bahsetmediği bir diğer önemli konu ameliyat randevularının da aylar sonraya verildiği gerçeğidir.

Randevusunu iptal eden ve onay veremeyen kişilere uygulanacak yaptırımlar ile ilgili olarak Sağlık Bakanı “Randevusunu aldığı halde gelmeyen kişinin o hastanede, o branşla ilgili 15 gün içinde tekrar randevu alamama yaptırımı var ama o hastamız randevusuz aynı branşa gelebilir, acil hizmetini alabilir veya başka branşa çok rahat gider, hizmetini alabilir” demiştir. Randevusuna gelmeyen kişiye herhangi bir şekilde yaptırım uygulamak insan haklarına ve kişilerin sağlık hakkına aykırı bir durumdur.

“TTB olarak, Sağlık Bakanlığına insanları hasta eden çalışma ve yaşam koşullarının düzenlenmesini, kışkırtılmış sağlık politikalarına yol açan ve sağlık sistemini çökme noktasına getiren Sağlıkta Dönüşüm Projesinden vazgeçilmesini, acilen basamak sistemine geçilmesini, aile hekimleri sayısının artırılmasını, aile hekimleri başına düşen nüfus sayısının azaltılmasını, bölge tabanlı sağlık sistemine geçilmesini öneriyoruz”

Sağlık Bakanı’nın branş poliklinikleri ile ilgili söylediği “Biz acile gelen hastanın özellikle ilgili branşla ilgili bir sorunsa, ‘yarın gelin’ demektense, orada branş poliklinikleri oluşturup o hastaya hizmet etmek istiyoruz. Bunu nöbet kapsamında yapıyoruz ve bu zaten yaptığımız bir uygulama. ’24 saat hekimlere nöbet tutturularak poliklinik yaptırılmak isteniyor’ şeklinde, 2-3 gündür açıklama yapılmış olduğu halde algı sürekli devam ediyor” şeklinde belirttiği durum, kendi de ifade ettiği gibi 7/24 poliklinik hizmetidir ve hekimlerin daha da fazla tükenmelerine yol açacaktır.

Sağlık Bakanı, sorumluluğu yurttaşlara ve sağlık emekçilerine atmak yerine randevu sorunun asıl nedenlerinin Sağlıkta Dönüşüm Programı ve bu yönde uygulanan yanlış politikalar olduğunu kabul etmelidir.

TTB olarak, Sağlık Bakanlığı’na insanları hasta eden çalışma ve yaşam koşullarının düzenlenmesini, kışkırtılmış sağlık politikalarına yol açan ve sağlık sistemini çökme noktasına getiren “Sağlıkta Dönüşüm Projesi”nden vazgeçilmesini, acilen basamak sistemine geçilmesini, aile hekimleri sayısının artırılmasını, aile hekimleri başına düşen nüfus sayısının azaltılmasını, bölge tabanlı sağlık sistemine geçilmesini öneriyoruz. Sağlık Bakanı, koruyucu sağlık hizmetlerini önceleyen, birinci basamağı kuvvetlendirecek girişimler yapmadığı sürece bu sorunun çözülmeyeceğini artık anlamalıdır. Sağlık Bakanı’na her yıl artan hasta ve hastalık sayısının övünülecek bir durum olmadığını, aksine istifa edilecek bir durum olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz.

Sağlıkta Şiddet ve Beyaz Kod Verileri

Sağlık Bakanı sağlıkta şiddet ve Beyaz Kod verileri konusunda şöyle konuşmuştur: “Sağlıkta şiddet yasası sonucunda, şiddet olayları önemli ölçüde azalmıştır. Beyaz Kod uygulamasının yanı sıra Gri Kod uygulaması pilot uygulama olarak başlatılmıştır. Çalışmalarımız sonucunda Beyaz Kod sayısı 1 milyonda 31’den 1 milyonda 14’e inmiştir. Gri Kod uygulanan bölgelerde ise bu düşüş ilave olarak %50’den fazladır.”

TTB Şiddet Çalışma Grubu’nun yaptığı ankette her on hekimden dokuzunun fiziksel, sözel veya psikolojik şiddete maruz kaldığı ortaya çıkmıştır. Yine aynı ankette her üç kişiden ikisi şiddet olayı karşısında Beyaz Kod müracaatı yapmamaktadır. Bu sonuçlara baktığımızda hekim veya tüm sağlık çalışanları herhangi bir şiddet olayı karşısında Beyaz Kod uygulamasının sorunu çözmediğine inandığı veya resmi işlerle uğraşmak istemediği için Beyaz Kod’a başvuru yapmamaktadır. Sağlık Bakanı’nın sağlıkta şiddet olaylarının azaldığı açıklamasını bu açıdan da değerlendirmek gerekir.

TTB olarak Beyaz Kod verileri ile ilgili detaylı çalışma yapmak üzere Sağlık Bakanlığı’ndan istemiş olduğumuz resmi yazıya kanunen belirlenmiş süre içerisinde yanıt verilmemesi üzerine, konuyu idare mahkemesine taşımıştık. Ankara 6. İdare Mahkemesi 19 Ekim 2022 tarihli kararında; Beyaz Kod verilerini istemenin TTB’nin görev tanımı kapsamında, verileri paylaşmanın ise Sağlık Bakanlığı’nın sorumluluğu gereği olduğuna hükmetmişti. Ancak Sağlık Bakanlığı’nın verileri göndermemesi üzerine TTB, 21 Temmuz 2023’te bakanlıktan bir kez daha Beyaz Kod verilerini istemiş, bakanlığın talebi bir kez daha yanıtsız bırakması üzerine 29 Eylül 2023’te idare mahkemesine ikinci defa dava açmıştı. Ankara 17. İdare Mahkemesi de 29 Şubat 2024 tarihli kararında TTB’yi haklı bularak bakanlığın yükümlülüğünü hatırlatmıştı. İkinci mahkeme kararı sonrası Sağlık Bakanlığı tarafından TTB’ye bir yanıt yazısı gönderildi. Yazıda sadece bir cümle ile fiziksel şiddet bildirim sayısı ile bu bildirimlerin kaçının hangi sağlık kuruluşlarından yapıldığı yer alırken; bildirimlerin tarih aralığı, cinsiyet dağılımı, fiziksel-sözel ayrılığı gibi TTB’nin ayrıntılı olarak yanıt istediği soruların hemen hemen tümü yanıtsız bırakıldı. Sağlık Bakanlığı’ndan bir kez daha Beyaz Kod verileri ile ilgili olarak ayrıntılı açıklama beklediğimizi bildiriyoruz.

Sağlıkta yaşanan şiddetin en önemli nedenlerinden biri, uygulanmakta olan “Sağlıkta Dönüşüm Projesi”nin getirdiği kışkırtılmış sağlık politikalarıdır. Bu politikadan vazgeçilmediği sürece, cezaların ağırlaştırıldığı, yasanın uygulandığı yeni ve etkin bir sağlıkta şiddet yasası çıkarılmadıkça ve uygulanmadıkça sağlıkta şiddet artarak devam edecektir.

Aşı ve Aşı Karşıtlığı

Sağlık Bakanı yaptığı açıklamada Hıfzıssıhha Aşı ve Biyoteknolojik Ürün Üretim Merkezi’nin halen inşaat halinde olduğunu, 2028 yılında aşıların %100 yerli üretim olacağını söylemiştir. 2011 yılında Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kapatan iktidar salgında aşı üretiminin ne kadar önemli olduğunu anlamaktan uzak davranmıştır. Ancak gerçek olan, bir zamanlar birçok ülkeye ücretsiz aşı gönderen ülkemizin hâlâ aşı konusunda dışarıya bağımlı durumda olduğudur.

Dönem dönem aşı bulunamaması ise önemli bir konudur. Kuduz, tetanos, kızamık gibi aşıların dönem dönem bulunmaması bu konulara ciddi yaklaşılmadığının göstergesidir ve bu çağda kuduzdan, kızamıktan ölen vatandaşlarımızın olması çok acıdır.

Bir diğer önemli konu da aşı karşıtlığı konusudur. Aşı karşıtları iktidar ve Sağlık Bakanı’nın net tutum almaması nedeniyle pandemi döneminde ve sonrasında sorun olmaya devam etmektedir.

Daha önceki yıllarda HPV aşısının ücretsiz uygulanacağını söyleyen Sağlık Bakanının bu söylediği gerçekleşmemiştir. TTB olarak tüm aşıların ücretsiz olarak uygulanmasını birçok defa ilettik.

Tıp Eğitimi ve Asistan Eğitimi

“Şu an ülkemizde 128 tane tıp fakültesi vardır. Bunların yaklaşık 15 tanesi tabela tıp fakültesidir. Hiçbir eğitim verilmemektedir. Yılda yaklaşık 21 bin tıp öğrencisi tıp eğitimine başlamaktadır. Nüfusu bizimle aynı olan Almanya’da ise tıp fakültesi sayısı 43’tür”

Şu an ülkemizde 128 tane tıp fakültesi vardır. Bunların yaklaşık 15 tanesi tabela tıp fakültesidir. Hiçbir eğitim verilmemektedir. Yılda yaklaşık 21 bin tıp öğrencisi tıp eğitimine başlamaktadır. Nüfusu bizimle aynı olan Almanya’da ise tıp fakültesi sayısı 43’tür. Fiziksel ve akademik olarak büyük eksiklikleri olan tıp fakültelerinde yapılan tıp eğitiminin niteliği de düşük olacaktır. Aynı durum asistan eğitiminde de geçerlidir.

Beyaz Reform’dan önce uzmanlık sınavı tercihleri boş kalırken şimdi %100 doluluğa erişildiğini belirten Koca, “Yan dal uzmanlığında da sorunu aştık, iki kat artırdığımız halde %100 oranına ulaştı. 2028 için söylüyorum, şu an bu asistan arkadaşlarımız eğitim görüyor, dört yıl sonra mezun olacaklar. Daha önce yılda dört bin uzman hekim mezun ederken, dört yıl sonra 16 bin uzmanımız mezun olacak. Beşinci, altıncı, yedinci yıl, 16’şar bin uzman hekim kadromuza dahil olacak. Bugüne kadar olan uzman sayımızın iki katı kadar dört yıl sonra uzmanımız yetişmiş olacak. Mevcutta 59 bin olan uzman ana dal ve yan dal uzman sayısı 2028’de 114 bin olacak” açıklamasında bulunmuştur.

Sağlık Bakanlığı yaklaşık dört dönemdir TUS kontenjanlarını en az 2 kat artırarak asistan sayısını arttırma yoluna gitmiş, böylece dört yıl sonra uzman hekim sayısının iki katına çıkmasını garanti altına almış olduklarını belirtmiştir.  Benzer şekilde, yan dal uzmanı hekim sayısının da yapılan bu düzenleme ile önemli ölçüde artırmış olduklarını, dört yıl sonra uzman hekim sayısının daha rahat hizmet verebilecek seviyeye gelmiş olacağını belirtmiştir. Sağlık Bakanı sadece asistan sayısından bahsetmektedir. Asistan eğitiminin niteliğinden hiç bahsetmemektedir. Eğitim veren klinik sayısı veya akademisyen sayısı artırılmadan asistan sayısını ve dört yıl sonra uzman sayısını iki katına çıkartmaya çalışmak hem eğitim gören asistan hekimler açısından hem de nitelikli bir eğitim almadan uzman olmaları açısından gelecekte birçok sıkıntıya da yol açabilecek bir durumdur.

“TUS’ta özellikle genel cerrahi, beyin cerrahi, kardiyovasküler cerrahi çocuk sağlığı hastalıkları gibi eğitimi zor olan alanlarda açılan kontenjanlara başvuru oranı %60’ı geçmemektedir. Yan dallarda ise bu oran %80’lere kadar çıkmaktadır”

TUS’ta özellikle genel cerrahi, beyin cerrahi, kardiyovasküler cerrahi çocuk sağlığı hastalıkları gibi eğitimi zor olan alanlarda açılan kontenjanlara başvuru oranı %60’ı geçmemektedir. Yan dallarda ise bu oran %80’lere kadar çıkmaktadır. Sağlık Bakanı’nın kadrolara başvuru oranının %100’e ulaştığı bilgisi de algı çalışmasından başka bir şey değildir.

Şehir Hastaneleri 

TTB olarak yıllardır şehir hastanelerinin kamu-özel iş birliği (KÖİ) projesi kapsamında sürdürülemeyeceğini, sağlık hizmeti sunumu ve alımı açısından uygun olmadığını, çok pahalı bir sistem olduğunu ülkemizin ve çocuklarımızın geleceğini 25 yıl boyunca ipotek altına alacağını belirtmiş; bu projeden vazgeçilmesi gerektiğini belirtmiştik. Sağlık Bakanlığı yapmayı planladığı 31 şehir hastanesinden projesinden yürütülemeyeceği anlaşıldığından 18 tanesinden vazgeçmiş; kalan hastanelerin KÖİ ortaklığı ile değil, kamunun kendi kaynaklarından yapılacağını belirtmiştir.

TTB olarak yıllardır söylediğimiz Sağlık Bakanlığı bütçesinin önemli bir kısmının şehir hastanelerine ayrıldığı durumunu yalanlayan Sağlık Bakanlığı şimdi şehir hastaneleri için 27,5 milyar avronun üzerinde ödeme yapılmayacağını aktararak, “Şehir hastanelerinin bütçeye yükü sanıldığı gibi kalmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır” demek zorunda kalmıştır. Şu an bile 12 şehir hastanesinin kira ve hizmet giderleri Sağlık Bakanlığı bütçesinin %11,4’ünü götürmektedir. Bu proje devam etseydi 31 şehir hastanesine Sağlık Bakanlığı bütçesinin yaklaşık %50’sini ayrılmak zorunda kalacaktı.

Salgın döneminde ağırlıklı hizmetin şehir hastanelerinde verildiğini vurgulayan Sağlık Bakanı’na şunu hatırlatmak isteriz: Pandemide yüzbinlerce insanımız ölmüştür. Salgınları ancak koruyucu sağlık hizmetlerinin etkin olduğu birinci basamak sisteminiz güçlü ise önleyebilirsiniz.

Sağlık Bakanı yaptığı açıklamada Sadece Ankara’da Bilkent Şehir Hastanesi, var olan COVID-19’lu yatan hastanın %62’sine hizmet verdi” demektedir. Evet; Ankara’da içlerinde Numune, Dışkapı, Yüksek ihtisas gibi yıllardır eğitim ve hizmet veren 13 hastaneyi kapatırsanız vatandaşın şehir hastanelerinden başka gideceği hastane kalmayacaktır.

Kamu Hastaneleri

“Sağlık Bakanlığından beklentimiz, şehir hastanelerinin ve kendi hastanesinin de dahil olduğu özel hastanelerin kamu yararına Sağlık Bakanlığına devredilmesidir”

En önemli unsurlardan birinin de salgın dönemi olduğunu ve bu dönemde ağırlıklı hizmetin başta şehir hastaneleri olmak üzere kamu hastanelerinde verildiğini hatırlatan Koca, şunları aktarmıştır: “Artık vatandaşlarımız, sağlık hizmeti almak için en iyi adres olarak kamu hastanelerimizi görüyor, sağlık sorunlarında kamu hastanelerimize müracaat ediyor. Eskiden ‘kamu hastaneleri’ denince anlaşılan ile bugün kamu hastaneleri denince anlaşılan aynı değildir. Söz konusu başarı, kamu hastanelerine yönelişi her geçen gün artırmaktadır. Bu tercihi, kamu hastanelerinde, pandemi öncesi dönemle şimdi bakılan hasta sayılarını kıyasladığımızda açıkça görüyoruz. Bu ve özel sektörün sağlık hizmetlerindeki payının azalması kamuya talepte artış demektir. Talep ise yeni randevu anlamına gelmektedir. Randevu sorununun bir nedeni de budur. Başarı, beraberinde bir sorun da getirmiştir.”

Sağlık Bakanı nihayet sağlık hizmetlerinin piyasacı ve özelleştirilmesi yoluyla değil kamucu bir bakış açısıyla verilmesi gerektiğini anlamış görünüyor. Biz de TTB olarak sağlık bakanlarına yıllardır bunu anlatıyoruz. TTB olarak bir diğer önerimiz de kamucu anlayışla sağlık hizmeti verilmesi isteyen Sağlık Bakanlığı’ndan beklentimiz, şehir hastanelerinin ve kendi hastanesinin de dahil olduğu özel hastanelerin kamu yararına Sağlık Bakanlığına devredilmesidir.

Aile Hekimliği

“Sağlık Bakanlığı, 2024 yılı bütçesinde başlangıç ödeneğinin %27,6’sının koruyucu sağlık programına, %70,8’inin de tedavi edici sağlık programına ayrıldığı görülmektedir. Oysaki bu oran tersine çevrilmediği sürece koruyucu sağlık hizmetlerinin sağlık bakanlığı bütçesi içindeki oranı artırılmadığı sürece sağlıklı bir toplum olamayacağımız aşikardır”

Aile hekimlerinin ödeneklerinin artırılması ile ilgili soru üzerine Koca, aile hekimlerini önemsediklerini, bu anlamda Hazine ve Maliye Bakanlığı ile görüştüklerini bildirmiştir. Koca, “Biz aile hekimliğinin her geçen gün tercih edilen, vatandaşımızın da tercih ettiği ‘birinci basamak kurumu’ olmasını arzuluyoruz” diyerek, şu an için yeni bir düzenlemenin olmadığını ama teşvikle ilgili çalışmalarının bulunduğunu, koruyucu sağlık hizmetlerine verilen önemin arttığını, kaynakların yaklaşık üçte birini koruyucu hekimlik için kullandıklarını vurgulamıştır. Sağlık Bakanlığı, 2024 yılı bütçesinde başlangıç ödeneğinin %27,6’sının koruyucu sağlık programına, %70,8’inin de tedavi edici sağlık programına ayrıldığı görülmektedir. Oysaki bu oran tersine çevrilmediği sürece koruyucu sağlık hizmetlerinin sağlık bakanlığı bütçesi içindeki oranı artırılmadığı sürece sağlıklı bir toplum olamayacağımız aşikardır.

İyi Hal Belgesi

“TTB’den 2023 yılında iyi hal belgesi alan hekim sayısı 3.015’dir. 2024 yılının ilk dört ayında 681 hekim iyi hal belgesi almak için başvuru yapmıştır. Yurtdışında birçok ülkede hekimlik yapmak için sadece TTB’den alınan İyi Hal Belgesi (Good Standing)  geçerlidir”

Bakan Koca, 2022’de 1.359 kişinin Bakanlıktan “iyi hal belgesi” aldığını belirterek, şunları kaydetmiştir:

İyi hal belgesi alanlarla ilgili o dönemde emniyet kayıtlarıyla yurtdışında veya ülkede olup olmadıklarının bilgisini istedik. 450 kişinin yurtdışına gittiği bilgisi geldi bize. Bunu Meclis’te de söyledim. Her iyi hal belgesi alan, yurtdışına gitmiyor. Her yurtdışına giden de orada hekimlik değil, yeri geldiğinde bunun üçte biri uzman, üçte ikisi pratisyen. Ağırlıklı olarak eğitim amaçlı olduğunu da biliyoruz. Daha somut bir şey söyleyeyim, o dönem için yurtdışına giden 450 kişiydi. Bugün 378 kişiye düştü. Yani iyi hal belgesi alan 1.359 sayısı artmadığı gibi 450’den aşağı düşüş oldu. Yani yurtdışına gidenler de geldi. Emin olun artık hekimlerimiz kamuyu tercih ediyor. Hiç algı yapmaya gerek yok. Yurtdışına giden arkadaşlarımız da geri dönmek istiyor, özel sektörde olan veya muayenehanesi olan arkadaşlarımız da kamuya dönmek istiyor. Bu süreçte bizim açtığımız açıktan atama, dışarıdan gelen hekim demek. Açıktan atamayla 11 bin hekim geldi ve bunun 8 bine yakını sadece uzman. Böyle bir dönüş tarihte yok.”

TTB’den 2023 yılında iyi hal belgesi alan hekim sayısı 3.015’dir. 2024 yılının ilk dört ayında 681 hekim iyi hal belgesi almak için başvuru yapmıştır. Yurtdışında birçok ülkede hekimlik yapmak için sadece TTB’den alınan  “İyi Hal Belgesi” (Good Standing)  geçerlidir. Sağlık Bakanlığı kendilerinden verilen belgenin ne belgesi olduğunu ve yurtdışında geçerli olup olmadığını açıklamalıdır. İyi hal belgesi alanların kaç tanesinin yurtdışında hekimlik yaptığının kesin verilerini bilemiyoruz. Ancak Sağlık Bakanlığı’nın bahsettiği verilerin emniyet kayıtlarından olduğunu belirtmektedir.  Sağlık Bakanlığı bu bilgileri emniyetten değil yurtdışına giden hekimlerin gittikleri ülkelerin sağlık bakanlıklarından öğrenebilir. Sağlık Bakanı kaç hekimin yurtdışına gittiğini öğrenmesinden ziyade, hekimlerin neden son yıllarda bu kadar fazla yurtdışına gitmek için TTB’den iyi hal belgesi almak istemelerinin nedenlerini soruşturmalı ve bu sorunları ortadan kaldıracak önlemleri almalıdır.”